RTÜK üyesi Necdet İpekyüz
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, 6112 sayılı Kanun uyarınca Türkiye'de yayıncılığı düzenleyen ve denetleyen anayasal bir kurumdur. Bu görev, yalnızca teknik bir idari yetkiyi değil; toplumsal çoğulculuğu, ifade özgürlüğünü ve insan onurunu gözetme sorumluluğunu da beraberinde getirir. Çünkü yayıncılık alanında verilen her karar, yalnızca bir medya kuruluşunu değil; toplumun birlikte yaşama kapasitesini ve demokratik iklimini doğrudan etkiler.
2025 yılı RTÜK uygulamalarına bakıldığında, 6112 sayılı Kanun'un 8. maddesi çerçevesinde verilen yaptırımların önemli bir bölümünün 8. maddenin birinci fıkrasının (f) bendi üzerinden verildiği görülmektedir. Bu bent; yayınların "toplumun millî ve manevî değerlerine, genel ahlaka ve ailenin korunması ilkesine aykırı olamayacağını" düzenlemektedir.

Kâğıt üzerinde bakıldığında masum ve koruyucu gibi görünen bu ifade, uygulamada son derece geniş, muğlak ve yoruma açık bir alan yaratmaktadır. Tam da bu nedenle, söz konusu hüküm eleştirel yayıncılığı sınırlayan bir araç haline gelme riski taşımaktadır.
Türkiye, farklı kimliklerin, inançların, kültürlerin ve yaşam biçimlerinin iç içe geçtiği çok katmanlı bir toplumdur. Böyle bir toplumda "milli değerler"in tek ve değişmez bir tanımı olabilir mi? "Manevi değerler" herkes için aynı içeriği mi taşır? "Genel ahlak" hangi toplumsal kesimin ahlak anlayışını esas alır? Ve "ailenin korunması" denildiğinde, günümüz Türkiye'sinde hangi aile modelinden söz edilmektedir?
Bugün aile yapıları; bölgesel, ekonomik ve kültürel koşullara göre büyük çeşitlilik göstermektedir. Bu gerçeklik karşısında, tek tip bir "makbul aile" anlayışı üzerinden yayıncılığı denetlemek, kaçınılmaz olarak dışlayıcı ve tekleştirici bir etki yaratmaktadır.

2025 yılı RTÜK kararlarına bakıldığında bu tercihin tesadüfi olmadığı görülmektedir. Yalnızca 2025 yılında, 6112 sayılı Kanun'un 8/1-ç bendi 22 kez, 8/1-f bendi ise 17 kez yaptırım gerekçesi olarak kullanılmış; bu iki bentten verilen cezalar, toplam yaptırımların %37,5'ini oluşturmuştur. İnsan onuru, özel hayat, millî ve manevî değerler, genel ahlak ve aile gibi kavramlar etrafında şekillenen bu tablo, düzenlemenin koruyucu amacından çok, eleştirel yayıncılığı sınırlayan bir araç hâline geldiğini göstermektedir.
Uygulamada çoğu kez, eleştirel yayınlar önce "insan onuru" ve "özel hayatın korunması" gerekçesiyle 8/1-ç kapsamında tartışmalı hâle getirilmekte; ardından "millî ve manevî değerler", "genel ahlak" ve "ailenin korunması" gibi geniş yorumlara açık kavramlara dayanan 8/1-f devreye sokularak bu yayınlara yaptırım uygulanmaktadır. sonuçta ifade özgürlüğü, iki muğlak hüküm arasında fiilen daraltılmaktadır.
6112 sayılı Kanun'un 8. maddesinde çok sayıda fıkra ve bent bulunmasına rağmen, uygulamada en sık başvurulan hükmün 8/1-f olması dikkat çekicidir. Bu durum ister istemez şu soruyu gündeme getiriyor: Bu bent, gerçekten toplumu korumak için mi kullanılmaktadır; yoksa zorlayıcı ve tartışmalı alanlardan kaçmanın konforlu bir sığınağına mı dönüşmüştür?
Bu belirsizlik, yalnızca hukuki bir sorun değil; aynı zamanda editoryal oto-sansürü besleyen yapısal bir risk anlamına gelmektedir.

Bir yandan "milli ve manevi değerler" adına hassasiyet gösterilirken, diğer yandan özellikle gündüz kuşağı programlarında kadınların mahremiyetini zedeleyen, şiddeti ve istismarı sıradanlaştıran içeriklerin büyük ölçüde görmezden gelinmesi dikkat çekicidir.
Oysa mevzuat bu konuda açıktır. 6112 sayılı Kanun'un 8/1-s bendi, "toplumsal cinsiyet eşitliğine ters düşen, kadınlara yönelik baskıları teşvik eden ve kadını istismar eden programları" açıkça yasaklamaktadır. Buna rağmen bu bendin istisnai şekilde işletilmesi, buna karşılık yoruma açık 8/1-f bendinin daha sık tercih edilmesi düşündürücüdür.

Evrensel etik anlayışının merkezinde insan onuru yer alır. İnsan onuru; bireyin kimliği, inancı, düşüncesi ve yaşam tarzı nedeniyle değersizleştirilmemesini, görünmez kılınmamasını ve susturulmamasını gerektirir.
Avrupa İnsan Hakları hukuku, ifade özgürlüğünü yalnızca "hoşa giden" düşünceler için değil; rahatsız edici, sarsıcı ve çoğunluğun alışık olmadığı ifadeler için de koruma altına alır. Demokratik toplumların gücü, farklılıkları bastırmasında değil; onlarla birlikte yaşayabilme kapasitesinde yatar.
Bu bağlamda etik, yön gösterici bir pusula olarak olarak görülmelidir.
Son dönemde Türk Dil Kurumu'nun kamuoyuna sunduğu "dijital vicdan", "vicdani körlük" ve "tek tipleşme" gibi kavramlar, bu tartışmayı daha geniş bir toplumsal bağlama taşımaktadır. Bu kavramlar, yalnızca dijital dünyaya değil; düzenleme ve denetim pratiklerine de ayna tutmaktadır.
Düzenleyici kurumların asli görevi, toplumsal çeşitliliği görmek ve bu çeşitliliği adil bir denge içinde korumaktır. düzenlem, baskı üretmek için değil; birlikte yaşam alanını güvence altına almak için vardır.

2025 yılı RTÜK uygulamaları, bize önemli bir tablo sunmaktadır. Bu tabloyu görmezden gelmek yerine, üzerinde düşünmek ve ders çıkarmak gerekir.
2026'ya girerken hem RTÜK'ün hem de tüm medya aktörlerinin kendisine şu soruları sorması gerekiyor: Toplumu korurken, çoğulculuğu daraltıyor muyuz? Ahlakı savunurken, insan onurunu zedeliyor muyuz? Aileyi koruma iddiasıyla, hayatın çeşitliliğini görmezden mi geliyoruz?
Bu sorularla yüzleşmek bir zayıflık değil; demokratik olgunluğun göstergesidir.
Yayıncılığın kalıcı güvencesi, insan onurunu temel alan etik bir çerçevedir.
