DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, partisinin yerel yönetimler konferansının açılışında yaptığı konuşmada, kayyım uygulamaları ve yerel demokrasinin güçlendirilmesi çağrısı yaptı. Bakırhan, “Ahmet Türk ile İmamoğlu’nu hiç ayrıştırmadık. İrade gasbı Mardin’de, İstanbul’da, İzmir’de nerede olursa olsun eşit biçimde yaklaştık.” dedi.
Tuncer Bakırhan, DEM Parti tarafından düzenlenen yerel yönetimler konferansında konuştu. Kayyım elelştirilerini yineleyerek “Yerine kayyım atanan belediye başkanlarının görevlerine dönmesini istiyoruz.” ifadesini kullandı. Türkiye’de yerel yönetimlerin “hiçbir dönem olmadığı kadar” tehdit altında olduğunu savunan Bakırhan, merkezileşme baskısının arttığını belirtti ve “Bu merkezileşme dalgası artık son bulmalıdır.” çağrısı yaptı.
Konuşmasında Siirt örneğine ayrı bir parantez açan Bakırhan, “Siirt’e sessiz kaldığımız için bugün İstanbul’da, İstanbul’un temel gündemi kayyımdır.” diyerek sessiz kalınan her vak’anın başka kentlerde benzer tabloyu büyüttüğünü söyledi.
Yerel yönetimler ve kent barışı vurgusu yapan Bakırhan, “Yerel demokrasi özü itibarıyla kent hakkı ve kent barışı demektir.” sözleriyle, yurttaşların eşit hak ve fırsatlara erişiminin yerel yönetimlerin asli görevi olduğunu dile getirdi. Gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliğin kentleri “iki ayrı dünya”ya böldüğünü belirten Bakırhan, yerel yönetimlerin yoksulluğu kalıcı kılan politikaların karşısına eşitlikçi uygulamalar koyması gerektiğini ifade etti.
Bakırhan, ayrıca kayyım uygulamalarının ve buna zemin hazırlayan mevzuatın kaldırılması çağrısını yineledi; tutuklu yerel yöneticilerin serbest bırakılmasını ve görevlerine iade edilmelerini talep etti.
Bakırhan'ın konuşmasından öne çıkan satır başları şu şekilde:
"Türkiye’de hiçbir dönem olmadığı kadar yerel yönetimler ciddi bir tehdit altında; hiçbir dönem olmadığı kadar zayıf bir noktada bulunuyor. Cumhuriyet kurulurken de yerel yönetimler büyük bir baskı altındaydı; büyük bir merkezileşme baskısı vardı. Ama özellikle 20 Temmuz 2016’dan sonra, benim de burada oturan birçok arkadaşımızın içinde olduğu yeni bir süreç, yeni bir dönem başladı. Bu merkezileşme baskısı; yerel iradeyi yok sayan, gasp eden ve yerel yönetimleri bir çıkmaza sürükleyen başka bir basınçla büyüdü. O günden bugüne bu merkezileşme dalgası giderek artıyor. Demokrasimiz hasta; yerel demokrasi daha da hasta. Ve emin olun, bu hastalığın ilacı da çok belli. Sadece biz bunu yaşamıyoruz; bu sancıları ve sıkıntıları yaşayan ülkelerde bu tür hastalıkların ilacı, yerel demokrasiyi geliştirerek ve büyüterek bulunuyor. Ama biz, yerel demokrasiyi gerçekleştirme ve tartışma yerine hâlâ “nasıl merkezileştiririz, nasıl merkeze bağlarız” gibi tartışmalara tanık oluyoruz. Bu merkezileşme dalgası artık son bulmalıdır. Bu dalga karşısında mücadele etmek hepimizin temel görevidir; hiç kimse bundan azade değil.
Dün belki Türkiye’nin tamamında bu merkezileşme ve baskı sürecini hepimiz hissetmedik, yaşamadık. Ama artık Türkiye’nin dört bir yanında bu uygulamalar var. Dolayısıyla, birlikte bu baskı karşısında durmak, yol açmak ve yerel demokrasiyi gerçekleştirmek konusunda, üzerine görev ve sorumluluk düşen bizler, daha fazla kenetlenerek bir yol bulmaya çalışacağız.
Yerel iradeyi yok sayanlar, aslında milletin egemenliğini - sık sık diline doladıkları “milletin egemenliği”ni - yok sayıyorlar. Kentin, yediden yetmişe tüm sakinlerinin iradesini yok sayıyorlar. Düşünün: Bir kent, yüzde altmış-yetmişlerle temsilcilerini seçiyor; birilerinin hoşuna gitmiyor; bir gecede, hiçbir gerekçe olmadan ya da bir gerekçeye bile ihtiyaç duyulmadan o irade gasp edilebiliyor.
Ben, Siirt’te bu konuda çok ilginç bir tabloyla karşılaştım. Bize de kayyım atandı. Bizden sonra Siirt halkı - Arabıyla, Kürdüyle, Türkiyelisiyle birlikte - tekrar bir arkadaşını seçti; ona da kayyım atadılar. Üçüncü dönemde ise, açık arayla; sekiz bin kaçak seçmen getirilmesine rağmen on bin farkla seçim kazanıldı. Oradaki Araplar ve Türkler bile “ayıptır, yazıktır; bu iradeyi yok saymaktan vazgeçin” demesine rağmen, daha kayyım atanmadan “kayyım atanacak” oldu. Vatandaş geceden kimliğini hazırlamış; sabahın altısında gidip, seçilmiş; kentin, halkın iradesini temsil eden insanların koltuğunda oturuyor; kimliğini de masaya koyuyor: “Siirt Belediye Başkan Vekili” diyor. Artık bu bıktırıcı, yorucu hale geldi; bunun karşısında durmak gerekiyor. Bu artık bir Türkiye meselesidir; seksen altı milyonun meselesidir.
Siirt’e sessiz kaldığımız için bugün İstanbul’da, İstanbul’un temel gündemi kayyımdır. Berivan, Ali ve Lütuncel içerideyken sessiz kaldığımız için İmamoğlu içeridedir; Şişli içeridedir; başka seçilmiş başkanlar içeridedir. Aslında, sadece yerel demokrasinin olmayışından kaynaklı; ne yapmamız gerektiği net bir şekilde ortadayken, o görevimizi yerine getirmiyoruz. Kayyım ve irade gaspı neredeyse, orada birlikte durmamız ve birlikte mücadele etmemiz gerekiyor; böyle engelleyebiliriz. Şişli’nin haklarıyla Mardin’in haklarını eşitleyemediğimiz, batıda kayyım atanan herhangi bir belediyeyi işitemediğimiz - duyuramadığımız - müddetçe bu merkezileşme; bu antidemokratik uygulamalar, yerel demokrasiyi yok sayan ve var olan kırıntıları da ortadan kaldırmak isteyen bu anlayış, vallahi devam eder gider. Mücadele yoksa, güçlü bir karşı duruş yoksa; her renkten, her siyasi partiden bu antidemokratik uygulamalar karşısında ortak bir duruş yoksa; her sabah yeni bir irade gaspıyla, kent iradesinin yok sayılmasıyla karşı karşıya kalacağız.
Emin olun; yerel yönetimlere dönük bu yaklaşımlar nedeniyle ülkede büyük bir umutsuzluk var. Çünkü Ankara’da ne olduğuna insanlar gözünü kulağını kapatabiliyor. Ama Mardin’de halkın iradesi gasp edildiğinde; kendi seçtiği, sürekli temas içinde olduğu, kapısını çaldığı, içeri girip dertleştiği insanın yerine bir anda tanımadığı birisi o kenti yönetince, bu çok daha fazla ve çok daha ağır hissediliyor. Dolayısıyla bu akıma artık “hayır” diyoruz; demeliyiz. Bunun karşısında birlikte mücadele etmeliyiz. Ülkenin içinde bulunduğu karamsarlığı ortadan kaldıracak, umutları yeniden yeşertecek ortak bir mücadele ortaya koyma sorumluluğumuz devam ediyor.
Bu vesileyle, İstanbul’dayız. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu’nun ve benzer durumda olan belediye başkanları, ilçe başkanları ve belediye yöneticilerinin tutuksuz yargılanmaları ve görevlerinin başına dönmeleri gerektiğini belirtmek istiyorum. Biz hep bu noktada durduk. Ahmet Türk ile İmamoğlu’nu hiç ayrıştırmadık. Aynı şekilde tanımlanmasak bile; irade gaspı Mardin’de, İstanbul’da, İzmir’de nerede olursa olsun aynı yaklaşımla yaklaştık. Yine, tutuklu olan yerel yöneticilerin serbest bırakılmasını; yerine kayyım atanan belediye başkanlarının da görevlerine dönmesini istiyoruz. Muhtemelen sonuç bildirgenizde de bunlar yer alacaktır.
Evet arkadaşlar; yerel demokrasi sadece yerinden yönetim değildir, aynı zamanda Türkiye’nin istikrarının da garantisidir. İrade gaspının olduğu bir ülkenin ne itibarı olur, ne istikrarı olur; kimse de ciddiye almaz. Yakın zamanda Hollanda’da, Amsterdam’da PES’in (Avrupa Sosyalist Partisi) kongresine katıldık. Orada, ülkemiz adına gerçekten utandığımız tablolarla karşılaştık. Dünyanın, Avrupa’nın başka gündemleri var: enerjiden çevreye, üretimden tüketime, barınmadan sağlığa; farklılıkların eğitime erişiminden, üretime katılımına kadar, aslında evrensel olması gereken meseleleri tartışıyorlar. Biz ise Sayın Özgür Özel’le birlikte hâlâ irade gaspından, kayyımlardan bahsediyoruz. Bu ülke için büyük bir utançtır; artık bu utançtan vazgeçilmelidir.
Biraz önce söyledim: Demokrasi eksikliği var; bunun ilacı çok net: yerel demokrasidir. Bunu artık bu ülkeyi yönetenler net bir şekilde anlamalı ve görmeli. Anlamıyorlarsa da bizim birlikte anlatmamız, göstermemiz; bu uygulamalar karşısında güçlü şekilde durmamız gerekiyor. Kayyımla, kent iradesinin gaspıyla demokratikleşme yan yana durmaz; barış hiç durmaz. Zaten bugün barış meselesi tartışılıyorsa, bu demokrasisizlikten kaynaklı bir sorundur. Barış olacaksa demokrasi olmalı; bu demokrasisizliğe sebep olan yaklaşım da artık terk edilmelidir.
Sadece kayyımlar değil; kayyımlara neden olan yasalar da artık ortadan kaldırılmalıdır. Yirmi birinci yüzyılda, sandıkta yenemediğini “kayyım” gerekçesiyle görevden almaya son verilmelidir. Genel demokratikleşme - muhtemelen siz burada ayrıntılı tartıştınız, çok girmeyeceğim - yerelden geçer. Çünkü demokrasi en fazla sokaklarda, mahallelerde, yerel yönetimlerin olduğu yerde hissedilir; en fazla orada hayata geçirilmelidir. Artık sorunların merkezden atamalarla ve merkezden çözümlerle yönetildiği yaklaşımlar bir kenara bırakılmalı; yerelden, sokaklardan demokrasimizi inşa etmeliyiz.
Muhtemelen tartışmışsınızdır; yerel demokrasi özü itibarıyla “kent hakkı” ve “kent barışı” demektir. Sadece bildik, klasik işler değil; kent barışı, yerelin yargı sopasıyla hapsedilmemesidir. Kent barışı sadece yargısal-siyasi boyutlarıyla değil, sınıfsal boyutlarıyla da artık gündemimizde olmalıdır. Türkiye ekonomisi zaten iyi bir yolda değil; ciddi bir ekonomik bunalım yaşıyoruz. Muhtemelen burada oturan birçok arkadaşımız bunu yaşıyor. Nedenlerinden biri, gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliktir; ciddi bir uçurum var. Kentlerimiz - özellikle İstanbul’da - bunu daha fazla hissediyoruz. Bölgelerde ekonomik güç birbirine daha yakın olsa da kentlerimiz neredeyse iki ayrı dünyayı yaşıyor. Dün Bağcılar’daydık; Bağcılar’ın bir yerinde başka bir şey, birçok yerinde bambaşka bir dünya yaşanıyor. Bir tarafta yoksulluk içinde yaşayanlar; öbür tarafta refah içinde yaşayan küçük bir azınlık var. İşte kent barışı, yurttaşın eşit haklara ve eşit fırsatlara sahip olması demektir.
Bu nedenle yerel yönetimlerimiz bütün yurttaşlara eşit haklar ve fırsatlar sunmalıdır. Zenginin mahallesini daha da güzelleştirip yoksulun yoksullaşmasına sebebiyet veren merkezi politikalara alternatif geliştirmeyip o yoksunluğu devam ettiren yaklaşımlar yerine; eldeki olanaklarla eşit hak ve fırsatlara erişimi sağlayacak yollar bulunmalıdır. Biz de bu konuda - yerel yönetimlerden sorumlu arkadaşlarımız da burada - özeleştiri veriyoruz. 1999’dan, hatta daha öncesinden bu yana uzun süredir yerel yönetimler elimizde; yurttaşların eşit hak ve fırsatlara sahip olması konusunda çaba gösterdik ama yeterince belirgin kılamadık. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde yerel yönetimlerimiz bunu esas alan bir çalışma içine girmelidir; eşitsizliği giderecek, ortadan kaldıracak bir noktada durmalıdır; bu konuda örnekler yaratmalıdır. Paketler dağıtmak, yoksullarla dayanışmak ayrı bir şeydir; ama onların üretime katılmasını, gelir elde etmesini, yerel yönetimlerin olanaklarından yararlanmasını sağlayacak esasları da artık ortaya koymamız gerekiyor.
Bu sebeple bizler hem yerel yönetimler üzerindeki vesayetle mücadele edeceğiz - ki ediyoruz, eksiklerimize rağmen - hem de kent barışını ve kent hakkını sağlayacak yoğun bir çalışma içinde olacağız.
Buraya gelmişken; süreç hakkında da kısa değerlendirmeler yapıp yerel yönetimlerle bağını kurarak bitirmek istiyorum. En son “geri çekilme” ile birlikte Türkiye’de tarihi bir dönüşümün önü açıldı. Örgütlü silahı bir sopa olarak kullananların - kayyım atanmasını, irade gaspını meşrulaştıranların - elindeki o sopa, bir biçimiyle geri çekilme ile alındı. Bu tarihi bir adımdır; önemsemek ve bu süreci yüksek sesle dillendirmek, sahiplenmek gerekir. Artık Ahmet Türk’e “örgüt yöneticisi” diyemeyecekler. Seksen iki yaşındaki Ahmet Türk’ü “örgüt yöneticiliği” ile yargılıyorlardı; belki devrimcilik yaşı olmaz ama artık bu iddiaları sürdürmeleri zorlaştı. Önümüzde nasıl gerekçeler uyduracaklarını kestiremiyoruz ama ellerindeki önemli bir sopa dağılmış oldu.
Bir yıl boyunca çok mücadele ettik; bu sürecin ilerlemesi için elimizden gelen tüm çabayı ortaya koyduk; çok zorlukla da karşılaştık. Bir yıldır anlatmamıza rağmen, “bu süreç nedir” sorusunun karşılığını tam oluşturamadık; biraz bizimle ilgili de olabilir. Birileri ısrarla bu sürecin bir “al-ver” süreci olduğunu söylüyor; süreci derinlemesine incelemeden peşin hükümler kuruluyor. Birileri de “iktidarla anlaştınız” diyor; ama nerede kayyım atanırsa orada duruyoruz, direniyoruz, açıklama yapıyoruz. İstanbul il örgütü büyük bir abluka altındayken; ben ve Tülay Başkan, ilk oraya giden, ablukayı yaran ve orada dayanışma açıklaması yapanlardık. Belki nasıl yapacağımızı çok bilmiyoruz ama durduğumuz yer kıymetlidir, değerlidir. Biz başka bir parti değiliz; başkalarının dediğini yapan bir parti hiç değiliz. Değerlerimiz bize şunu emrediyor: Bir yerde bir haksızlık varsa, orada dururuz. Onun milliyetine, inancına, hangi siyasi partiden olduğuna ya da hangi belediye olduğuna bakmayız. “Değerler partisiyiz” derken, kastettiğimizin en önemli boyutu budur. Bu konuda sizlere de teşekkür ediyorum; benimsediğiniz çabayı, eksiklerimize rağmen ortaya koyuyoruz. Bence, doğrudan barış karşıtlığı üretmek yerine, algılarla bu süreci gölgelemeye çalışmak doğru değil. Bu süreç, çatışmaların sonlandırılması süreci olduğu kadar, yerel demokrasinin kazanılması sürecidir; kent hakkının tanınması sürecini de içerir. Biz en azından böyle okuyoruz. Bu sürecin menzili demokrasidir; kimsenin kuşkusu olmasın, bu sürecin esası adalettir, başka bir şey değil.
Dostlar; lütfen bu toplumu yormayalım, aklıyla ve zihniyle oynamayalım. Bu zemin, adaleti; hakkı ve hukuku savunur. Bu zemin, demokrasiyi savunur. Bu zemin, yerel demokrasinin olması için otuz yıldır büyük bedeller ödedi; geçmişte de vardık, maalesef birçok arkadaşımız katledildi ve mücadele etmeye devam edeceğiz. Bu süreç önemlidir; kalıcı olması için artık sonuç alıcı adımlar atılmalıdır. En haklı basınç da budur. Bir yıldır tek taraflı, emin olun, tarihi adımlar atıldı. En son “geri çekilme” kararı, geleceğimiz açısından atılan en büyük adımlardan biridir. Bir an önce “geçiş yasaları” çıkarılmalıdır. Geçiş yasaları çıkarılmadığı müddetçe bu tür tartışmalara zemin bulmuş oluyoruz. Sonrasında da hak ve özgürlüklerin genişletilmesi gerekiyor; düşüncesini ifade edenlerin, tweet atanların yargı konusu edilmemesi gerekiyor. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gerekiyor; yerel yönetimleri güçlendirmek yerine daha da merkezileştiren bir pozisyonda kimse olmamalıdır. Bu, sürecin kendisine de aykırıdır. Türkiye demokrasi hastasıdır; ilacı yerel demokrasidir. Dolayısıyla buradan yürümek gerekiyor.
Her kentin kendine özgü ihtiyaçları var. Ben de Siirt’te belediye başkanlığı yaptım; Siirt’in, Esenyurt’un ya da Silivri’nin birbirine benzemeyen sorunları var. Artık buraları merkezden belirleyen; merkezi bir mantıkla sorunların çözülmesini emreden yaklaşım ortadan kaldırılmalıdır. Merkezden dayatılan tek tipçi yaklaşımlar son bulmalıdır. Yerel yönetimlerin neyi, nasıl ve ne zaman yapacağını; neyi önceleyeceğini dayatan bu anlayış yıkılmalıdır ve bütün Türkiye’nin bunu sesli bir şekilde dillendirmesi gerekir.
AK Partili yurttaşlara da sesleniyorum: Hiçbir şey yapamıyorsanız, “seçimle gelen seçimle gider” deyin. Hani milletin iradesi? Hani halkın iradesi? Ağzınıza pelesenk ettiğiniz ama bir türlü gereğini görmediğimiz bu durumu ortadan kaldırmaya AK Partili yurttaşları da davet ediyorum. Merak etmeyin; bu halk ne yapacağını bizden çok daha iyi bilir. Bu halk, iradesini gasp edenleri tarihin tozlu raflarına kaldırmıştır. Çok iktidar geldi, çok yöneten geçti; ama bizim andığımız, Terzi Fikri’dir; Fikri Sönmez’dir ve benzerleridir. Bunun tek sebebi var: Halk, kendisi için iyi yapanı; hizmet edeni; demokratik değerleri savunanı ve bunun için bedel ortaya koyanı ebediyen unutmaz."