DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, T24'ten Cansu Çamlıbel’in sorularını yanıtlarken, AK Parti'den ayrılma sürecine ve "Yeni Yol" ortak grubunun siyasi duruşuna dair dikkat çeken açıklamalarda bulundu.
Ocak 2025’te Meclis’te Gelecek Partisi ve Saadet Partisi ile birlikte “Yeni Yol” adıyla kurulan ortak grup hakkında kamuoyunda bazı endişeler bulunduğuna dikkat çeken Babacan, bu oluşumun iktidara "koltuk değneği" olacağı yönündeki yorumları reddetti.
Babacan, AK Parti’den ayrılık sürecini anlatırken, “Hiç kimse beni partiden ihraç etmedi. Kimse ‘git’ demedi. Ben kendim ayrıldım” ifadelerini kullandı. Eski Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini kalması yönünde defalarca ikna etmeye çalıştığını belirten Babacan, ayrılık kararını Erdoğan’a doğrudan kendisinin ilettiğini söyledi.
“Yolsuzlukla mücadelede net bir tavır alınmaması ve hukuksuzluğun artması beni o partiden ayrılmaya mecbur bıraktı” diyen Babacan, sözlerini şöyle sürdürdü:
“2019 yerel seçimleri dönemiydi. Sayın Erdoğan’la baş başa bir görüşme yaptım. Ayrılacağımı açıkça söyledim. Sessizce ve en az zararla ayrılacağımı belirttim. O da bunu gazetecilere ‘kalması için çok teklif yaptım ama kabul etmedi’ diyerek anlattı. Bizim sürecimiz, bizim duruşumuz başından beri ilkeli ve şeffaftı.”
Babacan, “Yeni Yol” grubunun AK Parti'yle bir yakınlaşma arayışı içinde olduğu yönündeki eleştirilere karşı, “Bizim için mesele demokrasi, hukuk ve temiz yönetimdir. Bu ilkelerden taviz vermeyiz” dedi.
Babacan'ın açıklamaları şöyle:
-Malumunuz Mehmet Şimşek’in geçen hafta bir televizyon kanalının yayınında açıklamaları oldu. Bu yayında, 19 Mart’tan bugüne ilk kez bu kadar detaylı biçimde eleştirilere yanıt vermiş oldu. Ve rakamları ekonomistlerin çoğundan farklı yorumladı. Hatta “Aslında cari açığımız yok, altın hariç cari açık fazlamız var” dedi. Doğru mu bu, Türkiye’nin hakikaten cari açığı yok mu?
Sayın Şimşek'in söylediği teknik olarak doğru. Ama cari hesabın aritmetiğinde altın vardır. Her ülke altını da katarak hesaplar bunu. Asıl bakmamız gereken ise Türkiye’de bugün altın talebinin neden olduğu. Birincisi, vatandaşlarımız altını uzun vadede emniyetli bir tasarruf aracı olarak görüyor. Tabii detaylarına bakmak lazım, Merkez Bankası da eskisi kadar şeffaf değil ama bütün dünyada merkez bankaları da gittikçe dolar yerine altına dönen bir rezerv politikası da uyguluyor. Yani zaman içerisinde bizim Merkez Bankası da altına biraz ağırlık verdi. Ama Hazine’de tuttu, altın cinsinden borçlandı. Şimdi tabii bu daha önce hiç yapmadığımız bir şeydi. Hazine’nin altın cinsinden borçlanması diye bir şey yoktu daha önce. Bunu yapıyorsanız, altın fiyatları bu kadar yükselince, bunun devlete maliyeti epey pahalı olacak.
-Peki size göre Merkez Bankası neden daha önce yapılmayan bir şeyi yaparak altın cinsinden borçlanmayı tercih ediyor, hem de sadece Türkiye içinde değil uluslar arası olarak da bu kadar kırılgan bir dönemden geçerken?
Onu kendilerine sormak lazım. Mesela biz iç piyasada döviz cinsinden borçlanmayı kesmiştik, bitirmiştik. Onu da tekrar başlattılar, iç piyasada döviz cinsinden borçlanıyorlar. Bütün bunların hepsi Hazine’nin çalışma koşullarına bağlanıyor. Hazine’nin mutlaka bağımsız olması ve risk yönetimiyle çalışması lazım. Ne demek istediğimi anlatmak için bizim dönemimizden örnek vereceğim. Biz bir ‘middle office’ kurmuştuk, bir orta ofis. Bunun amacı da risk yönetimiydi. Devlet borcunun döviz kuruna ve faize olan bağımlılığını minimuma indirmek ve devlet borç stoğunun ileriye doğru ekonomik ve finansal depremlerden korunmasını sağlamak için bunu yapmıştık. Bunun sonucunda da 2008-2009 krizi gelip vurduğunda Türkiye’ye hiçbir şey olmadı, sapasağlam ayakta kaldık. Bunu sağlayabilmemizin nedeni risk yönetimini başarmış olmamızdı. Fakat iş döndü dolaştı nereye geldi? Rahmetli Özal'ın gençlere vasiyetle, “Aman bir daha ülkenin başını böyle büyük dertlere sokmayın” dediği Kur Korumalı Mevduatı (KKM) getirdiler tekrar. Yine Özal’ın ifadesiyle söylüyorum; “Bu kendini uyanık zannedenlerin dalaveresidir” diyor. O günlerin gazetelerin manşetlerindeki bu sözlerin kupürleri var elimde, isteyene çıkartıp gösterebilirim. Özal’ın bunu vasiyet etmesinden yıllar sonra tuttular şapkadan tavşan çıkartırcasına ekonomiyi kurtaracak formülün bu olduğunu ilan ettiler. Cevdet Yılmaz ile Mehmet Şimşek ekonomi yönetimine geldiklerinden beridir de yine bundan kurtulmaya çalışıyorlar. Ama o kadar büyük bir rakam ki, azalttılar azalttılar hala kurtulamadılar. Geçen sene sadece Kur Korumalı Mevduat için ödedikleri kur farkı 800 milyar lira. Hazine’de para olmadığı için de bunun tamamını Merkez Bankası'na karşılıksız para bastırıp ödettiler. Düşünün, 800 milyar lira!
-KKM’nin neden olduğu açığı kapatmak için Merkez Bankası’na karşılıksız 800 milyar lira bastırılmasının enflasyona yansıması kaç puan olmuştur sizce?
Onun hesabı çok zor olmayabilir. Geçen sene tarım desteğinin tamamı 90 milyar. “Bayram ikramiyesi verdik vermedik” dediği rakamın tamamı 28 milyar. Sadece KKM için karşılıksız para bastırıp da ödedikleri 800 milyar. Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek'ten önce Hazine’den de ödeniyordu, Merkez Bankası'ndan da karşılıksız para bastırıyordu. Fakat daha sonra baktılar ki bütçede para sıfırlandı artık Hazine’den hiç ödememeye başladılar. Yeni Merkez Bankası yönetimine de dediler ki; “Arkadaş bu yük tamamen artık sizde.” Onlar da para basıp basıp ödedi. Bugün kur farkı çıkartıp gene ödeyecekler. Onun için hasar maalesef çok büyük. Devletin, Hazine’nin, Merkez Bankası'nın risk yönetimi anlayışı bitti. Böyle bir şey yok artık. Maksat tamamen günü kurtarmak. Altın cinsinden borçlanma gibi şeyler çok yanlış işler, yapmamaları lazım arkadaşların.
-Sanıyorum risk yönetimi diye bir şey kalmadığının, kalamadığının en bariz örneklerinden biri Ekrem İmamoğlu ve arkadaşlarının bir şafak baskınıyla içeri alındığı 19 Mart sürecinde ekonomiye yaşatılanlar. Gerçi Mehmet Şimşek sırf bu operasyonun yapılabilmesi için ekonomi yönetiminin yakmak zorunda kaldığı 50 milyar doları çok da önemsiyormuş gibi yaptı. Hatta “Biz bu rezervleri bugünler için tutuyoruz” bile dedi. Bu arada yaktıkları rakam tam ne kadar sizin hesabınızla?
17 Mart'tan bugüne bilebildiğimiz kadarıyla 57 milyar dolar. Çünkü Merkez Bankası şeffaf değil ya artık açıklamıyor ne kadar sattığını, ancak dolaylı hesaplarla bulabiliyoruz. Son açıklanan dolaylı tablolardan çıkarttığımız kadarıyla 57 milyara ulaştı.
-Bu rakam, 2023 Mayıs seçimlerinin ardından hükümetin toparlamaya çalıştığı toplam rezervin ne kadarıdır?
Herhalde yarıya yakındır kabaca. Bu rezerv meselesinin bir net, bir brüt boyutu var. Bir de Merkez Bankası'nın net döviz pozisyonu var. Bir zamanlar Merkez Bankası’nın net döviz pozisyonu -65'e kadar düşmüştü. Şu an net döviz pozisyonu 0'a yakın noktalarda dolaşıyor.
-Yani Sayın Erdoğan’ın yeni bir siyasi operasyon riski alacak yeri yok ekonomik manada. Bunu mu demiş oluyorsunuz?
Yani -65’e kadar yolu var mıdır? Ben biliyorsunuz bunu sordum ben Mehmet Şimşek’e kendisi “Rezervleri bugünler için biriktirmiştik” deyince. Cumhurbaşkanı siyasi rakiplerini tek tek eleyebilsin diye mi biriktirmişler bu dövizi? Bir 50 milyar dolar İmamoğlu için biriktirildiyse bir 50 milyar dolar da bundan sonra ortaya çıkabilecek başka bir isim için mi biriktiriliyor? Bu, Sayın Erdoğan'ın kendi eliyle çıkarttığı bir kriz. Dışarıdan gelen bir şok falan değil. Bu tam olarak şuna benziyor; karşıdan düşman gelebilir diye tedbir olarak savaş geminiz var, topunuz var, topu karşıya çevirmiş bekliyorsunuz. Erdoğan ne yaptı? Topu aşağı çevirip attı ve kendi gemisinin altını kendisi deldi. Cephanesini gemisini korumak için değil kendi gemisini delmek için kullandı. Şimdi neden o gemi su alıyor?
-Siz bunu söylediğinize göre bir konuda kafanız çok net. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İmamoğlu operasyonuna tamamen kendi inisiyatifiyle, sonuçlarına da hazırlık yaparak yeşil ışık yaktığını düşünüyorsunuz. Bunu soruyorum çünkü son günlerde bazı derin yerlerden tüyo aldığını öne süren gazetecilerin ortaya attığı “Erdoğan’ı İmamoğlu operasyonuna devletin içindeki bir yapı ikna etti” varsayımı çok tartışılır oldu. Ama siz kategorik olarak bu ihtimali dışlıyorsunuz, öyle mi?
Kesinlikle. Çünkü sistem öyle değil artık. Bu otoriter sistemlerde devlet kurumları, maalesef yargı dahil, artık talimata göre hareket edebilecek bir kıvama geliyor. Bizde de maalesef öyle şu anda. Tabii ki işini düzgün yapmaya çalışan çok sayıda savcımız, hakimimiz var. Ama bazıları da korkudan veya teşvik sebebiyleda hatta “Efendim ne yaparsak hoşunuza gider?” moduna girebiliyor. “Sizin için ne yapabilirim?” Bunları çok üzülerek söylüyorum ama maalesef durum bu. İş buraya gelmişse Erdoğan da bunu kullanır. Açıklamalarına baktığımızda Cumhurbaşkanının aslında bu dosyalardan haberdar olduğunu biliyoruz. Dosyaların nereye doğru akacağının sinyal veriyor, tutamıyor çünkü kendini. Gayet iyi takip ediyor ve “Şu olacak, bu olacak” diyor, oluyor da yani. 12 saat içerisinde İstanbul Üniversitesi'nin aldığı karar, hemen ertesi sabah gözaltı, farklı farklı dosyaların bir koordinasyonda işletilmesi, ayrı ayrı süreçlerin hep birlikte paketlenmesi…Bütün bunlar ancak belli bir noktadan çıkan talimatın ve bir koordinasyonun sonucu olabilir.
-Siz 19 Mart’tan kısa süre sonra yaptığınız açıklamalarda hem CHP'ye hem de İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne kayyım ihtimalinin başta çok yüksek olduğunu, bundan sonradan vazgeçildiği izleniminde olduğunuzu söylemiştiniz. Eğer Erdoğan sizin düşündüğünüz gibi başta bu hamlelere de onay verdiyse, sonradan ne oldu da plan değişti? Sizin okumanız nedir?
Bu sadece okuma, çünkü içeride ne olup bittiğini bilmem kolay değil. Belki Büyükşehir Belediyesi'ne kayyım ihtimali yüksekti ama onunla ilgili de hukuki alt yapı çok çok zayıftı.
-“Terörle iltisak için altyapı zayıftı” demiş oluyorsunuz.
Evet, o zayıf idi. Ama CHP yönetimi kayyım konusunda gerçekten korktu. Ben Saraçhane’ye geçmiş olsun ziyaretine gittiğimde, CHP'nin olağanüstü kurultay kararını aldığı gündü hatırlıyorsanız. Özgür Özel’le yaptığım görüşmede onları ciddi şekilde endişeli gördüm. Yine Genel Merkez’e yığınak yaptılar, ‘kayyım gelirse içeri sokmamaya çalışalım’ diye düşündüler. Kurultay kararı zaten kilometreyi sıfırlamak içindi. Sonuçta kayyım olmadı. Ama yapabilir miydi? İkisini de yapabilirlerdi açıkçası. Yapamadılar çünkü birincisi, toplumsal tepkinin bu kadar kuvvetli olacağını belki ölçemediler. İkincisi de ekonomi üzerindeki etkilerin bu kadar büyük olacağını da belki tahmin edemediler. Bakın ben protestolara katılan gençlere sorduğumda aldığım yanıt genelde “Benim ülkede belki bir gün işler düzelir umudum vardı. Umudumu elimden aldınız” oldu. Bunun yüzünden sokaklardaydılar. Tabii bir kısmı İmamoğlu için sokaktaydı ama en az yarısı da umudunu kaybettiği için. Bu kadar önemli bir toplumsal tepki ve bu kadar büyük bir ekonomik hasar belki beklemiyorlardı.
-Artık İBB’ye kayyım riski tamamen bertaraf edildi diyebilir misiniz?
Şu an için bu riskler azalmış durumda. Belediyeye kayyum, CHP kayyum riskleri azaldı.
-Devletin kasasında para olsaydı düşünür müydü sizce Erdoğan?
Bakın bu sadece para meselesi değil. Bugün monarşiler bile halka rağmen, geniş kitlelere rağmen bir şey yapmaktan çekinirler. Türkiye'den çok daha otoriterleşmiş rejimlerde bile yönetim geniş kitlelerin nabzını tutmak zorunda. Krallar bile, en otoriter liderler bile geniş halk kitlelerine rağmen bir şey yapmaktan çekinirler. O uzattıkları ve dokuz gün yaptıkları bayram tatilinde partideki çalışma arkadaşlarım Türkiye genelinde nabız tuttular. Onlardan gelen raporlar ve Nisan ayında yapılan araştırmalar şunu gösterdi; AK Parti seçmeninin en az yarısı da İmamoğlu’na bu yapılanın doğru olmadığını düşünüyor. AK Parti seçmeninin en az yarısı “Ya bu kadar da olmaz ki” diyor. Kendi seçmenine, kendi tabanına rağmen bu işi ileriye götürmek çok kolay değil. Allah korusun bizim coğrafyada çok kötü örnekler var. Otoriter liderlerin nasıl sonlandığına dair çok kötü örnekler var. Dolayısıyla toplumun nabzı önemlidir. Eğer ülkenin petrol ve gaz parası varsa, o parayı da böyle insanlara biraz dağıtıyorsa, “Hiç olmazsa geçiniyoruz” diyorsa insanlar, o zaman otoriterliğin biraz daha sürdürebilirliği oluyor. Türkiye'de o yok ama. Öyle bir kolaycılık yok.
-Gelinen noktada “Türkiye’de neyse ki petrol yok. Oradan gelen parayla daha beter bir otoriterliğe ikna edilecek geniş kitleler de neyse ki yok” demek istiyorum kendi adıma.
Türkiye, ekonomisi ancak güvenle büyüyebilen bir ülke. Güven ortamı olacak ki yatırım olacak, üretim olacak. İhracat olacak ki ekonomimiz büyüsün. Güven yoksa Türkiye ekonomisi büyümez. Türkiye’de hükümetlerin dağıtacağı bir para yok.
-19 Mart sürecinde “Bu gidişle seçimlerin de manasızlaştığı bir noktaya mı varacak Türkiye?” diye bir kaygı oldu. Hala da bu kaygının nüksetmesine neden olabilecek gelişmeler yaşanıyor. Sizin şu ana kadar İmamoğlu meselesine dair yaptığınız analizlere bakıyorum da siz aslında özetle Erdoğan’ın dahi seçimsiz iktidarda kalma yönünde bir stratejiyi göze alamayacağını mı söylemiş oluyorsunuz? Yani size göre Erdoğan ‘geniş toplumsal itiraza rağmen iktidarda kalmak için her şeyi yapan bir lider’ opsiyonunu zorlamaz mı?
Liderliğin ve iktidarın sürdürülmesi için bir meşru zemin gerekiyor. Sadece hukuki meşruiyet değil, siyasi meşruiyet de gerekiyor. Hukuki meşruiyet zeminini zaten önemli ölçüde çürümüş durumda. Yüzde 52 oy almış olmanın getirdiği bir hukuki meşruiyet belki vardır ama yüzde 52 ucu ucuna bir destek. Soru her zaman nedir? Bugün seçim olsa ne olur? Soru budur. Bugün zaten hükümetin bu sorunun cevabıyla sıkıntısı var. Bir de siyasi meşruiyet zemini kendi tabanlarında dahi tepki oluşturacak şeyler yapılarak eritilirse artık iktidarın sürdürebilirliği kalmaz. Bunu kendi görmese bile herhalde etrafındaki menfaat şebekesi görür. Çünkü bu iktidarın etrafındaki menfaat şebekesi ister ki bu iktidar güçlü devam etsin. Çünkü bilir ki ancak iktidar güçlü devam ederse oradan nemalanmaya devam edebilir. İktidarın kendi meşruiyet zeminini kendi eline yok ettiği bir durum menfaat şebekesine dokunur.
-Hem AKP içinde hem de AKP iktidarının destekçisi çıkar grupları içinde bu tür bir tartışma olduğunu anlıyoruz zaten.
Etrafındakiler de eminim “Biraz dikkatli gidelim, tamam anlıyoruz da işin sonu kötü olabilir. Dolayısıyla biraz frene basalım” eminim demişlerdir etrafındakiler de. AK Parti içerisinde her şeye rağmen vicdan sahibi olan az sayıda insan da var.
-Görüşüyor musunuz Adalet Kalkınma Partisi içindeki eski arkadaşlarınızla?
Yok.
-Hiç kimseyle mi görüşmüyorsunuz?
AK Parti içinde olup da temas içerisinde olduğumuz insanlar yok. Kahır ekseriyetle zaten korkar çekinirler, ödleri patlar. Yollarımız kesişecek olaydı, “Yolu değiştirelim. Aman yan yana aynı fotoğraf karesine girmeyelim, başıma bela açar” falan diye korkarlar. Ama dedim ya, az sayıda da olsa vicdan sahibi insan var içerde ve onlarda şu an bahsettiğim çekince ve endişeler vardır. AK Parti'deyken artık aklen ve kalben ayrılmış çok insan var, onlarla iletişimimiz var. Ama sistem içinde görevi olanların durumu zor, onlar korkar. Onların bir kısmı belki bizi uzaktan beğenirler, takdir ederler. “Ya keşke biz de Ali Babacan gibi özgür konuşabilseydik ama kardeşim ne yapalım burada sesimiz çıkamıyor” falan diye düşünüyor olabilirler. Bu insanların az bir bölümü hala “Biz acaba içeriden düzeltebilir miyiz” düşüncesiyle ordadır. Ama geri kalanların ya menfaati var ya korkusu. AK Parti’de üç grup var şu an; az sayıda vicdanlı ve düzeltme çabası içinde olanlar, menfaati olanlar ve korkusu olanlar.
-Siz Adalet Kalkınma Partisi'nin kurucuları arasındaydınız. Erdoğan’ın beraber yola çıktığı insanlardan biri olmakla kalmadınız, size genç yaşınızda çok önemli sorumluluklar verdi. Bugün ise bırakın Erdoğan’ın kendisini, parti içinde kalan kimseyle görüşmediğinizi söylüyorsunuz. Sizi görseler yollarını değiştireceklerini söylüyorsunuz. O halde size çok kızgın heralde…Haberiniz var mı sizinle ilgili düşüncesinden?
Hissiyatını bilmiyorum. Çok fazla iletişimimiz yok. 6 Şubat depremlerinde kendisini aradım, hem “Geçmiş olsun” dedim hem de “Yapabileceğimiz bir şey var mı?” diye sormak istedim. Gerçekten büyük bir faciaydı. O dönemde bizim teşkilatlar çok faaldi. 11 ilde biz hemen üçüncü günde yardım depoları kurduk. Devlet sistemi kilitlenince bizim il başkanlarımız sağ olsun hemen kendi sistemlerini kurdular. Depremden sonra ise kendisi de beni hem babamın hem annemin vefatında birer kere arayarak başsağlığı diledi. Yani DEVA kurulduktan sonra üç kere telefonda görüştü, o kadar.
-En azından ‘insani ilişkiler’ devam etmiş…
Siyaset yapıyor olmak, insanlıktan çıkmak anlamına gelmiyor. İnsani bağlar hep önemli ama biz ciddi rakibiz. Şaka maka değil. Öyle yönünü değiştirecek, etki altına alınabilecek bir rakip fala da değiliz. Etki altına alınabilecek birisi olsaydım, ben zaten sistemde ve etki altında olmaya devam ederdim. Onun için ciddi rakibiz.
-Ciddi rakiplerini de enterne edebilmiş ya da ittifakına destek noktasına getirmiş bir Erdoğan’dan bahsediyoruz ama!
Bu işin şakası yok. Biz siyasi bir egzersiz yapmıyoruz burada. Bazıları için siyaset meslek oluyor. Allah korusun hele hele bir de para kazanma alanı olarak görülürse, o zaman siyaset kalıcı bir egzersize dönüşüyor. Bizim için öyle değil. Bizim partideki her arkadaşımızın kendi işi var, ailesinin geçimini sağladığı bir konu var, istisnasız böyle. Herkes kendi maddi kaynaklarından fedakârlık ederek siyaset yapıyor. Böyle bir ekibin etki altına alınması kolay değil. Onun için bizimle en büyük uğraşma şekli medyada karartma uygulama. Tüm vatandaşların finanse ettiği TRT’den bugüne kadar tek bir programa davet olmaz mı? İktidarın etki alanındaki bir sürü televizyon kanalı var. Bir kere bir mülakat olmaz mı? Sıfır. Hükûmetin etkisi altında olan kanalları biliyorsunuz, gazeteleri biliyorsunuz, sıfır davet, sıfır haber.
-Bir anda Özgür Özel’in miting alanlarında ilan ettiği boykot listeleri geldi aklıma. NTV ya da Habertürk’te durum nedir sizin açınızdan?
İkisi farklı. Habertürk biraz daha özgür bir duruş ortaya koyabildi bugüne kadar. Ama tabii bilemiyorum sonra ne olur. NTV ise korku altında çalışan bir kuruluş. Ciddi korkutularak çalışan bir kuruluş. Vaki değil, NTV'de haberimiz çıkmaz. Çünkü talimat şu; “Adını bile geçirmeyin.” Dikkat edin bazı programlarda bazen DEVA Partisi, Ali Babacan adı geçecek olunca moderatör hemen konu değiştiriyor. Çünkü Ali Babacan ismi geçtiği zaman insanlar ağırlıklı olarak güzel şeyler hatırlayabiliyor. “Olur da bizim seçmenin gözü o tarafa kayar. Olur da hani o eski güzel günleri hatırlayanların desteği oraya doğru kayar” diye. Korkmasalar, çekinmeseler niye haber yapmasınlar faaliyetlerimizi?
-Siz Ocak 2025’te TBMM’de Saadet ve Gelecek Partileriyle birlikte ‘Yeni Yol’ adıyla ortak grup kurdunuz. Üç parti de zamanında Erdoğan ile siyaset yapmış insanların liderliğinde olunca “Acaba olası bir anayasa değişikliğinde iktidara koltuk değneği mi mı olacaklar” gibi indirgemeci bir kanaat var muhalif kamuoyunda. Öte yandan Gelecek Partisi lideri Davutoğlu’nun aldığı pozisyonlar insanda “Acaba Erdoğan sonrası dönemde AKP’ye dönüş için manevra mı yapıyor?” sorusuna da neden olabiliyor. Bana öyle geliyor ki Ahmet Hoca AKP’ye geri dönüşe kapıyı sizin kadar net kapatmıyor. Yanılıyor olabilirim elbette… Ama sizin açınızdan Adalet Kalkınma Partisi’ne dönüş kapısı net olarak kapalı, doğru mu anlıyorum?
Eğer mesele temiz yönetimse, mesele demokrasiyse, mesele hukuksa o konular zaten benim AK Parti’den ayrılma sebebim. Bakın, kimse bana “git” demedi. Biz öyle ihraç edilmedik. Ben kendim ayrıldım. Ve Erdoğan bana ısrarla “kal” dedi. Kendisinin ne kadar ısrar ettiğini de ben ayrıldıktan sonra bir uçak sohbetinde gazetecilere kendi anlattı, “Şu görevi teklif ettim istemedi, bunu teklif ettim, istemedi” diyerek. Ben ayrılacağımı ona net olarak herkesten önce açıkladım, ilk benden duydu. 2019 yerel seçimleri dönemiydi, gittim dedim ki; “Ben sessizce ve mümkün olan en az zararı verecek şekilde ayrılacağım. Ondan sonra ayrı bir çalışma başlatacağız. Bunu dışarıdan, sağdan, soldan duymayın, ben size anlatıyorum.” Baş başa konuştuk. Bu konuşmadan sonra da ben aynı ona önceden anlattığım şekilde deklare ettim ayrıldığımı. Yani bizim sürecimiz çok farklı işledi. Ali Babacan ve DEVA süreci çok farklı işledi. Oradan ayrılmamın kök sebepleri var. Yolsuzlukla mücadelede sağlam bir duruş ortaya koyulmaması ve hukuksuzluk.
-Sizin için kırılma hangi yolsuzluk dosyasıdır?
Mesele şu ya da bu dosya değil. Bu işler merkezi hükümette de belediyelerde de yaygınlaşınca ve bunlara karşı göz göre göre hiçbir şey yapılmayınca ayrılık kaçınılmaz oldu ki o süreçlerde biz yanlışları düzeltmek için de çaba gösterdik ama olmadı. Ben 2013-2015 arasında başbakan yardımcılığımın son iki yılı neredeyse tamamen ben bu konulara ayrıldım. “Avrupa Birliği'nin kamu ihale yasasını getirelim, uygulayalım. Şu imar rantlarıyla ilgili düzenlemeler yapalım. Siyasi etik yasasını çıkaralım” dedik. Hala hepsinin metinleri, yasa tasarıları duruyor orada. Benim ayrılmamın kök sebepleri buralardadır. Biz bağımsız kurumlara müdahale olmasın diye mücadele ettik. Ben Merkez Bankası'na Ağustos 2015’e kadar asla dokundurtmadım. Çok saldırdılar, nüfuz edemediler, Merkez Bankası'na kimse dokunamadı. Şimdi durum ne? “Bağımsızlık falan ben anlamam. Siyasi sorumluluk bende, ben talimat vereceğim, yapacaklar” diyor. Buralarda anlaşamıyoruz yani. Ayrılmamın kök sebepleri ortadayken, nasıl olur da tekrar yollar kesişebilir?
-Ben zaten Davutoğlu’nun da şu an için değil ama Erdoğan sonrası için bir strateji arayışında olduğuna dair izlenimim üzerinden sormuştum soruyu. Yani Erdoğan sonrası için.
Erdoğan sonrası zaten apayrı bir dünya. Erdoğan sonrası çok farklı olacak. Geçen ay bir araştırma kuruluşu sormuş “Erdoğan siyaseti bugün bıraksa kime oy verirsiniz?” diye. Şimdi tabii bu çok farazi bir soru ama belki de ilk defa sorulan bir soru. AK Parti’nin oyu yüzde 13’e düşüyor. Bizim oy oranımız ise yüzde 5,5 civarına çıkıyor. AK Parti'nin oyunda çok düşüş oluyor. Çünkü Erdoğan kendinden başka müstakil siyasi şahsiyet bırakmadı AK Parti'de. Bir Erdoğan var, başka kimse yok. AK Parti demek Erdoğan demek olduğu için de zaten o bıraktığı anda AK Parti diye bir şey olmaz yani.
-Hakan Fidan’la bile mi olmaz mesela?
Çok zor. Çünkü artık bu konu Erdoğan'ın kendi şahsında bir konuya dönüştü. Bir parti, bir kadro ortada yok. Evet AK Parti başta kadro hareketiydi ama artık hikâye oldu bunlar. Kendisinden başka önemli duruşu olan insanların hepsini teker teker eritti ya da o insanların kendisi ayrıldı. Yani Erdoğan sonrası bambaşka bir siyaset olur Türkiye'de. Her şey sıfırdan, yeniden başlar. Bir de tabii dedim ya, ‘Erdoğan sonrası’ çok farazi bir durum. Şu anda Sayın Erdoğan görevinin başında, “Gideceğim, bırakacağım” falan da demiyor yani. Kendi değerlendirmelerine göre yönettiği bir Türkiye'deyiz şu anda.
-Ve siz hiçbir koşul ya da şartta onunla bir müttefiklik ya da ortaklık ilişkisi içinde olmazsınız, bugün ve daima rakibisiniz. Bu mudur?
Tabii ciddi rakibiz. Bakın, şurayı netleştirmek çok önemli: “İçeride olalım belki bir katkımız olur, belki bazı şeyleri düzeltiriz” diye bir şey yok! Ben onu çok denedim, beyhude. 2013, 2014, 2015 benim açımdan bu mücadeleyle geçti, olmuyor. Bir başbakan yardımcısı olarak benim devlet protokolündeki yerim beşinci sıraydı. Bakanlar Kurulu toplandığında sağında ben oturdum, solunda bir başka Başbakan Yardımcısı otururdu. Milli Güvenlik Kurulu'nda ben onun hemen yanında oturdum ki sekiz yıl MGK üyeliği yaptım. O halimle bile içerdeki çabam sonuçsuz kaldı. Hele de bugün artık rejim değişikliğinden sonra, sistem değişikliğinden sonra, Cumhurbaşkanı bütün yetkiyi elinde topladıktan sonra, “Gidelim de bir katkıda bulunalım” denmez. Bunun etkisi sıfır değerinde olur.
-O halde bugün Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek’in karar süreçlerine etkisi sıfır düzeyinde mi size göre?
Hatırlarsanız ben Avrupa Birliği baş müzakerecisiyken Cevdet Yılmaz’ı ekibe kattım. İzleme ve Yönlendirme Komitesi diye bir şey oluşturduk ve Cevdet Bey onun üyesi oldu. 2015’e kadar hep benim başkanı olduğum kurullarda görev yaptı. Şu anda da Ekonomi Koordinasyon Kurulu’nun başkanı Cevdet Bey’dir. İnsanlar hep Mehmet Şimşek'e odaklanıyor ama genel koordinasyon yetkisi aslında Cumhurbaşkanı izin verdiği kadarıyla Cevdet Bey'dedir. Mehmet Şimşek'i de zaten Londra'da Erdoğan'la tanıştıran benim, sisteme katan benim. Yani ekonomik programı en iyi bildiği düşünülen ve Türkiye'nin en başarılı olduğu dönemlerde benim en yakın çalışma ekibimdeki iki ismi getirdi, ekonominin başına koydu. Peki onlar düzeltebiliyorlar mı? Mümkün değil. Kritik konulara dokundurmaz.
“Efendim yolsuzluk var memlekette. 1 liralık deprem konutunu 2 liraya, 3 liraya mal ediyoruz. Yazık bu ülkeye. İsraf var” diyebiliyorlar mı? O konulara girecek olsalar birileri ellerine vurup “Cıs, oralara dokunma, senin işin değil, çekil kardeşim” der. Dolayısıyla da bugün dışardan biri için de “Gidelim de destek verelim, şurasını düzeltelim” demek hikayedir. Böyle bir şey olmaz. Artık bu noktada Erdoğan kendi istese bile kendi elleriyle etrafına ördüğü menfaat şebekesi buna izin vermez. Ben o içerden deneme işini bizzat kendim yıllarca denedim, beyhude. O nedenle de bugün çok açık olarak doğru bildiğimizi konuşuyoruz. Yanlışa ‘yanlış’, doğruya ‘doğru’ diyoruz. Klasik muhalefet refleksi gösterip her şeye de itiraz etmiyoruz. Mesela 1 Ekim’de Bahçeli’nin başlattığı sürece biz en başından destek verdik. Hatta daha o zaman Cumhurbaşkanının gündeminde ne kadar var onu da bilmiyorduk. Ben hep diyordum ki; “Bu işin başarılı olması için Cumhurbaşkanı'nın pozisyonunu belirlemesi lazım.” O muhtemelen önce izledi, maya tutmaya başlayınca da sahiplendi. Sahiplensin önemli değil. Hatta bazıları şöyle düşündü muhalefetten; “PKK silah bırakıyor, feshediyor kendini. Bu acayip prim yaptırır Erdoğan'a. Dolayısıyla biz buna karşı çıkalım.” Klasik muhalefet refleksi bu. Oysa biz başından itibaren “Kim prim yapacaksa yapsın Allah aşkına, yeter ki memleketin bu sorunu çözülsün, çok önemli” dedik. Direkt destek verdik.
-Cumhuriyet Halk Partisi başta biraz ikircikli bir tutum sergilemiş olsa da şu anda karşı çıkmıyor, hatta “Biz daha iyi, daha hızlı çözeriz” gibi bir argümanla yaklaşıyorlar. Ve aslında Zafer Partisi ve İYİ Parti dışında siyasette ‘Terörsüz Türkiye’ye yekten karşı çıkan pek kimse yok gibi.
Evet, çünkü ne oldu? DEM Parti ve İmralı heyeti bunun iletişimini yaptı. DEM heyeti meseleyi başta anlayamayan muhalefetin bunu anlamasına yardımcı oldu. Rahmetli Sırrı Süreyya, Ahmet Türk ve Pervin Hanım, daha sonra DEM Eş Genel Başkanları muhalefet turları yaptı biliyorsunuz. Muhalefet de meseleyi biraz daha anlamış oldu ve onlar da farklı farklı aşamalarda, desteklerini nihayetinde verdiler. Ama biz ilk gün destek verdik çünkü devlet yönetme tecrübesi olunca anlıyorsunuz meseleyi. Bu tecrübe olmadığı için diğer muhalefet partileri geç uyandılar ama sonunda neredeyse herkes destekledi. İyi de oldu. Bu iş için uğraşan rahmetli Sırrı Süreyya Önder’in süreçte hep sağlık sorunları vardı. Ahmet Türk’ün keza, hala da var, tedavi görüyor, Allah şifa versin. İkisindeki hissiyat da hep şuydu; “Yeter ki bu iş çözülsün, ben kendi canımı veririm.” Ben ikisini de bunu demeye hazır gördüm. Pervin Hanım bir önceki çözüm sürecinde 32 kere İmralı'ya gitti geldi. Çok büyük emek var bu işlerde. İyi de bir hafıza var. Biz niye bu desteği hemen verdik, nasıl hızlı hareket ettik biliyor musunuz?
-Bilmiyorum, neden?
Çünkü bizim kendi çözümümüz zaten hazırdı bu konuda. Diyorduk ki; “Haksa tanıyacaksın ama terör örgütüyle ilgili konu ayrı. Zaten bu PKK anakronik bir örgüt. Varlık sebebi ortadan kalkmış bir örgüt.” Benim beş yıldır PKK ile ilgili söylediklerime bakın, bir de Öcalan'ın 27 Şubat açılamasına bakın. Öcalan’ın söyledikleri benim beş yıldır söylediklerimle yüzde 80 örtüşüyor. “Artık federasyon talebi yok, bugüne uymuyor. Zamanında belki bir dava vardı ama artık o şartlar değişti. Türkiye değişti” diyor. Şimdi PKK fesih kararını da açıkladığına göre artık dönüp diğer hatta da bakmak gerekecek. Hak ve özgürlük meselesinde çok önemli bir sürecin başlaması lazım. Bu PKK'nın kendini feshetmesiyle ilgili sürece “Barış Süreci” deniyor artık. ‘Barış’ kelimesini iktidar bile kullanmaya başladı. Eskiden yasak kelimeydi.
-Gelinen aşamanın çok mühim olduğu yadsınamaz ama biraz böyle fesih ilanıyla her şey bitmiş havası estirmek de abartılı bir durum değil mi? Bir terör örgütünün silahları gömmesi, kadrolarını hayatın bir sonraki aşamasına hazırlaması iki günde olabilecek bir şey mi? Tekrar şiddete dönülmesi riski hiç yok mu mesela size göre?
Risk var mı? Var. Her an sıkıntı çıkabilir mi? Çıkabilir. Gelip birileri buna engel olabilir mi? Olabilir. Erdoğan birdenbire döner, vazgeçebilir mi? Vazgeçebilir. Bu risklerin hepsi var. Ama biz sorumluluk bilinciyle muhalefet yapıyoruz. Farklı bir şey bizim yaptığımız. Tabii bunun anlaşılması o kadar kolay olmayabilir dışarıdan bakıldığında ama biz bu ülkeyi seviyoruz ve düzgün bir şey yapıyorlarsa destekliyoruz. Bu demek değil ki; “Aaa gitti bunlar bak AK Parti'nin, Erdoğan'ın çözümüne destek veriyor.” Yapmaya çalıştığımız başka bir şey.
-Tabii bu konuştuğumuz mevzunun bir de “İktidar Kürtlerle barışırken muhalif Türklerle kavga etmeye devam edecek mi?” gibi özetleyeceğim bir boyutu var. Türkiye'de etnik kimliği yüzünden bugüne kadar ayrımcılığa uğramayan ama 23 senelik iktidarın politikalarına itiraz eden kesimlere “Sizin hukuki haklarınızı yok sayabilirim, kafamı bozarsanız hapse atabilirim, mahkeme süreçlerine canımın istediği şekilde müdahale ederim. Sokakta anayasal hakkınızı kullanamazsınız” denirken hakiki ve kapsayıcı bir ‘toplumsal barış’tan nasıl bahsedilecek? İktidar toplumun en az yarısıyla savaş olmasa bile kavga görüntüsü verirken Kürtlerle barış nasıl tahkim edilecek? 19 Mart operasyonu, Kürt meselesinin çözümü açısından da bir risk yaratmadı mı?
Çok doğru. Biraz önce söyledim, “Eğer Erdoğan birdenbire her şeyi alt üst etmezse” diye şerh düşüyorum çünkü evet güven yok. Kendisi açısından, kendi iktidarı açısından en ufak bir risk gördüğünde masaya devirebilir. Bugüne kadar mesela Allah için bizim Dışişlerimizin Suriye'yle ilgili politikası fena gitmedi. Ama ne olacak bilemiyorum. Çünkü Cumhurbaşkanı her zaman her konuda çok hızlı zigzag yapabilecek oluşu endişe kaynağı. Artık iç siyasette işine ne geliyorsa -ki bu tehlikeli bir şey- ve kendi iktidarını sürdürebilir kılacak ne varsa onu yapabilir. Geri kalan her şeyde zigzaglar olabilir diye insan korkuyor.
-Ama bu işin çözümünde sonuna kadar gitmek, hukuka dönmeyi gerektirmeyecek mi? Şimdi siz bir taraftan hukuki düzenlemelerden, umut hakkından, genel aftan bahsedeceksiniz sonra anayasal hakkını kullanan gençleri “Zıplamayan Tayyip’ sloganı attı diye cumhurbaşkanına hakaretten içerde tutacaksınız. Bunlar yapılmaya devam edilirse ya da mesela bazı siyasi suçlular genel af kapsamının dışında tutulursa, toplum samimiyetinize nasıl ikna olacak?
Ama şöyle, sorunuzda varsayımlar var. Umut hakkı var, genel af var. Bunlar altı doldurması gereken kavramlar. Bunların nasıl olacağı önemli. Şu anda mesela bir infaz yasasıyla ilgili bir plan var. Henüz Meclis’e gelmiş değil ama bizim arkadaşlarımız bugünden hazırladı her şeyi. Nasıl bir infaz yasası olmalı yani? Çok detay var oralarda. Tek tek bakılması gerekiyor. Bir adaletsizlik hissi olmaması gerekiyor. MHP'nin hukukçularının gittikçe daha sık kullandığı bir ‘infazda eşitlik’ jargonu var. Biz bunu ‘terör suçları ve diğer suçların infazının öyle çok da birbirinden ayrılmaması gerektiği’ ile ilgili bir alttan alta hazırlık şeklinde okuyoruz. Ne yapılacaksa toplumdaki adalet hissine zarar vermeyecek şekilde yapmamız gerekiyor. Biz onun için böyle “topyekûn karşıyız” ya da “topyekûn destekliyoruz” demiyoruz. Ayrı bir siyasi parti olmamızın tam da sebebi bu. Herhangi bir muhalif siyasi partiyle de şu anda hiçbir iş birliğimiz yok. Kendi özgür duruşumuz var ve biz bunu bu şekilde kıymetli görüyoruz.
-Ben bu söylediklerinizi ‘hak ve özgürlükler hattında yapılması muhtemel anayasa değişikliklerini destekleme ihtimaliniz yüksek’ diye anlıyorum. Yanlış mı anlıyorum?
Bizim 23 alanda hazırladığımız temek haklar eylem planı içinde 354 madde var. Bir yıl çalıştık. Hak ve özgürlükler hattı sadece Kürt vatandaşlarımızın hak ve özgürlükleriyle ilgili değil. Türkiye'de hakkı hukuku yenen kim var kim yoksa hepsini kapsar. Bunlarla örtüşen bir konu varsa, biz iktidarın getireceği şeyi destekleriz. Ama aykırı, adalet hissini yok edeceğini düşündüğümüz bir şey varsa orada da ‘hayır’ deriz. Ben hazırlığı olan bir partinin lideri olarak konuşuyorum. Ben eğer Avrupa Birliği Başmüzakereciliği yapmış olmasam, 3 tane 5 yıllık kalkınma planının koordinasyonunu yapmış olmasam ve o işlerde zamanında mesai harcamış bir ekibimiz olmasa böyle bir çalışma yapmamız mümkün değil. Bu hazırlığı başka muhalefet partisinden de beklemem. Yani ne bilsinler ki? Çok zor. Bu işte tecrübeleri olması lazım ve en önemlisi kendi partileri içinde uzlaşma sağlamaları lazım. Bazı muhalefet partileri daha kendi içlerinde uzlaşıp da yazamaz, kendi içlerinde kavga ederler. Ben biliyorum, Altılı Masa' dan tanıdık. Altılı Masa’da gayet iyi gördük, farklı damarlar bir anda birbirine girebiliyor. Biz 115 maddelik anayasa hazırladık, 84’ünde mutabık kaldık. Önemli değil, 84 bile çok kıymetliydi yani.
-Altılı Masa yanlış bir karar mıydı? Mimarisi yanlış mıydı?
İktisatta ‘ex ante’ ve ‘ex post’ kavramları vardır. Şimdi seçim sonucunu gördüğümüzde “Altılı Masa çok da iyi bir fikir değildi” diyebilmek mümkün, ex post olarak baktığımızda. DEVA olarak tabii biz kendi kimliğimizle seçime giremedik. Kendi logomuz koyamadık. Seçim afişlerimizde dedik ki; “DEVA için CHP’ye oy ver.” Ok koyduk CHP’ye. İnsanların bir kısmı verdi, bir kısmı vermedi. Cumhurbaşkanlığı oy pusulasına baktı insanlar, Ali Babacan yok. Dedik ki; “Beni seviyorsanız Kemal Bey'e oy verin.” Bizim açımızdan zor bir seçim oldu. Ama bunu biliyorduk. Çünkü “Türkiye mi, DEVA mı?” diye iki seçenek önümüze koyduğumuzda biz “Türkiye” dedik. “Önce Türkiye” dedik. Fakat şu anda artık önce DEVA diyoruz çünkü
DEVA olmadan Türkiye olmayacak, onu görüyoruz. Biz artık iki kutuptan birisini tercih etmek zorunda bırakılmak istemiyoruz. 12 Ekim’deki ikinci büyük kongremizle beraber yeni bir strateji açıkladık biliyorsunuz. Şimdi o stratejiyi böyle tuğla tuğla inşa ederek yürüyoruz.
-Bu yeni dönemdeki en önemli çıkışlarınızdan biri belki de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2028’de yeniden aday olup olamayacağıyla ilgili tartışmada aldığınız pozisyon. Siz Erdoğan için yeniden bir adaylık konuşulamayacağını savunuyorsunuz. CHP’nin pozisyonundan farklı, onlara göre erken seçim öncelik, öyle olunca da yeniden aday olabiliyor. Ama size göre ne olursa olsun Erdoğan’ın yeniden adaylığını tartışmak artık manasız.
İki açıdan öyle. Birincisi, Tayyip Erdoğan'ın ve Ali Babacan'ın da imzasıyla kurulan AK Parti’nin o gün açıklanan parti tüzüğünde üç dönem kuralı vardı. Niye o kuralı koyduk biz? Bakın Daron Acemoğlu ve arkadaşları bu konuyla Nobel İktisat Ödülü aldı. Zaten bilinmeyen bir şey değildi ama onlar bilimsel olarak ispat etmişler, altını doldurmuşlar. Devletin yönetme gücü uzun süre bir kişi tarafından kullanıldığında o güç zehirliyor, yozlaştırıyor. “Mutlak güç mutlaka yozlaştırır” diye bir söz de var biliyorsunuz. Biz AK Parti’nin kuruluşunda bu noktadan hareketle üç dönem kuralını koymuştuk. İkincisi ise zaten anayasayla ilgili konu. Anayasaya göre 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi Erdoğan’ın ilk dönemdir, 2018 seçimleri ikinci dönemdir, 2023 seçimleri de üçüncü dönemdir. Ana muhalefet YSK’ya o dilekçeyi vermedi ama biz verdik ve “Bu üçüncü dönemdir” dedik. Yani sayı saymayı biliyorsak üçüncü dönemdir. YSK açıklama yaptı, dedi ki; “Yok 2017 anayasa değişti. Kilometreyi sıfırladık. 2017'den sonra 2018 seçimleri Erdoğan birinci dönemdir. İkinci dönem aday olma hakkı vardır” dedi. Ama bizim sorumluluğumuz o dilekçeyi vermekti.
Dolayısıyla ister AK Parti'nin kuruluşu açısından bakın, isterseniz anayasa açısından bakın, isterseniz evrensel yönetim ilkeleri açısından bakın, şu anda Erdoğan'ın yapması gereken artık kendinden sonrasıyla ilgili düzgün, düzenli bir değişimi hazırlamaktır. Türkiye'de demokrasinin önünü açmaktır. Ve evet, 20 küsur yıllık iktidarının belki ilk 10 yılında iyi şeyler yapmış, son 10-15 yılında büyük hatalar yapmış bir liderdir. Ama eninde sonunda görevi bırakıp kendinden sonrasında Türkiye demokrasisinin önünü açmış bir lider olarak iz bırakmasını ben kendisi için de daha sağlıklı bir yöntem olarak görürüm.
-Siz olması gerekeni söylüyorsunuz da bu psikolojiye dönme ihtimali kalmış mıdır hakikaten de?
Bu bizim tavsiyemiz. Kendisi sağken, hatta sıhhati de yerindeyken, kendinden sonrası güçlü bir demokrasiye sahip bir Türkiye'nin önünü açmak. Böyle bir şey yaparsa tarih yazılırken kendisi için “İkinci 10 yılda demokrasiden uzaklaşıldı, hukuktan uzaklaşıldı, kötü şeyler oldu. Ama nihayetinde ülkede düzenli bir görev değişimi, düzenli, tertipli yani sıhhatli bir Cumhurbaşkanlığı değişiminin de önünü açtı, demokrasinin önünü açtı.” Benim kendisine tavsiyem bunu yapmasıdır.
-Bunu yapacak olsa 19 Mart Operasyonu'na onay verir miydi?
Şu andaki ruh halini bilmem. İleriye doğru yapacaklarını da bilemem. Ama eski bir dostu ve eski yakın çalışma arkadaşı olarak kendisine bugün itibariyle tavsiyem budur. Zararın neresinden dönülse kardır. Başta sormuştunuz ya “Dönüş olur mu?” diye. Bizim dışarıdan bu tavsiyemiz çok daha kıymetli. Tabii nihayetinde kendi tercihi olacaktır.
-Demin kullandığınız ifade bana Amerikan siyasi sistemindeki ‘peaceful transition of power’ kavramını hatırlattı. Mesela Trump 2020 seçimini kaybettiğinde acaba “Olay çıkarmadan koltuğu bırakabilecek mi?” diye bir stres yaşandı. Ama Kongre baskını gerilimine rağmen korkulan olmadı. Keza bu sene yeniden başkanlık koltuğuna oturduğu törende Demokratlar tam kadro oradaydı. Yani ABD’de seçim sonuçlarına göre barışçıl iktidar değişimleri mümkün mesajı verdiler. Peki ya Türkiye? Bu durum devam edebilecek mi sizce ülkemizde, seçimler yoluyla barışçıl iktidar değişimi olasılığı devam edecek mi?
Uluslararası piyasaların bu kadar sert tepki vermesi de tam da bu soruya cevap arayışıyla ilgili bir durumdur. Geçenlerde Atina’da katıldığım bir toplantıda bunu sordular bana. DIKTIO’yu bilirsiniz, önemli bir düşünce kuruluşu. Anna iyi dostum, o sadece benim için düzenledi zaten, 50 kişi falan vardı. Ben dedim ki; “Türkiye'de demokrasimiz hasta ama ölmedi.” Eğer bu ümit olmasa zaten Türkiye'de demokratik siyasetin de anlamı kalmaz. Bu ümit olmasa siyasi partilerin hepsinin kapısına kilit vuralım. Kimsenin “değişim mümkün değil” umutsuzluğuna kapılıp vazgeçmemesi lazım. Bizler Türkiye'den asla vazgeçmeyeceğiz. Her kesimden “Biz Türkiye'yiz, hep beraber güçlüyüz, hep beraber güzeliz, asla vazgeçmeyiz” diye mücadele eden insanlar olduğu sürece de Türkiye'de değişim mümkün olacaktır. Zaten gençlerin sokaklara çıkmasının sebebi de tam budur. Gençler evlerine kapanıp oturmadılar. Biz de o değişim ümidini sapa sağlam ayakta tutmanın mücadelesini vermeye devam edeceğiz. Evet, demokrasimiz hasta ama nefes alıp veriyor, ölmedi. Biz hasta demokrasimizi hayatta tutmak ve iyileştirmek için bu mücadeleye devam edeceğiz. Sordunuz ya, “Böyle bir şey olur mu?” diye. Seçimler yoluyla barışçıl iktidar değişikliği olabilsin diye çalışmaya devam edeceğiz. Vazgeçmeyeceğiz. Ümidimizi kesmeyeceğiz.
-Böyle olamayabileceğine yönelik sinyaller geldiği için bu sorular soruluyor. Nitekim bakın size yurtdışındaki toplantılarda sorulan soru da buymuş.
Doğru da bizim inancımızın da gereği gelecekte ne olacağını Allah'tan başka kimse bilemez. Tahminler yürütebiliriz, senaryolar çalışabiliriz… Bunlar risk yönetimiyle ilgili şeylerdir ama nihayetinde ahlaki ve vicdani sorumluluğumuz bu mücadeleye, bu çizgiye devam etmektir. Belki şu anda konuştuğumuz ihtimal zayıf görünüyor olabilir. “Ya galiba gitmeyecek, emri hak vaki olana kadar galiba oturacak” diye düşünülüyor belki şu anda. Yani şu anda kendi ifadelerindeki şey o. Ama işte öyle olmasın diye mücadeleye devam etmeliyiz. Ve bu mücadeleyi biz meşru zeminde yapıyoruz. Geçen ben bunu anlatırken bir kişi sordu; “Efendim sizin karşınızdakiler hukuk tanımıyor, kural tanımıyor. Siz bu kadar düzgün, bu kadar kurallı, bu kadar kitabına göre hareket ederek, biraz haksız bir rekabet, avantajsız bir rekabet içinde bulmuyor musunuz kendinizi?” Ben de cevaben dedim ki; “Bir yanlış, bir başka yanlışla düzeltilmez. İkincisi de hedefiniz meşru olacak, doğru olacak. Ancak o hedefe yürürken attığınız her bir adım da meşru adım olacak.”
-Neyi kastediyorsunuz?
“Onun gitmesi için biz de hukuksuzluk yapacağız, biz de yanlışlar yapacağız. Çünkü o gücü elde etmek için o yanlışları yapmak gerekiyor” diye bakarsanız olmaz. Kimse kusura bakmasın, biz buna inanmıyoruz. Böyle bir şey yok. Biz hak içerisinde, hukuk içerisinde bu mücadeleyi vereceğiz. Meşru demokratik siyaset zemininde bu mücadeleyi vererek mücadeleye devam edeceğiz. Çünkü yanlış bize örnek değil. “Ama efendim o şöyle yapıyor, böyle yapıyor.” Olabilir, yapsın, biz böyle yürüyeceğiz. Çünkü güven inşası için bu şart. Yoksa inanın, Türkiye'de bakın Erdoğan bir gün gider, yerine Merdoğan gelir ama hiçbir şey değişmez. Bir siyasi görüş iner, bir başka siyasi görüş çıkar. Ama üste çıkan yine alttakini ezmeye devam eder. Benim ‘dönüşümlü zorbalık’ diye sık sık kullandığım ifade var. Böyle olmamalı ya! Benim dünya görüşümdeki insanlar kazansın, öbür insanlar gitsin. Peki Türkiye ne olacak? Bunlar bu kadar haksızlık yaptı, biz iktidara gelelim, biraz biz onlara haksızlık yapalım. İşte böyle olmamalı. Söylediğim konular farazi, yani kimseyi hedef alarak bunları söylemiyorum. Prensip olarak söylüyorum. Söylediklerim de yanlış anlaşılmasın, kimseyi itham altında bırakmak istemem.
-19 Mart’ın ilk gününden beri siz bu olayı ‘Erdoğan'ın siyasi rakiplerinden birinin elimine edilmesine yönelik bir siyasi operasyon’ olarak nitelendirdiniz.
Türkiye'nin çoğu da zaten böyle anladı. AK Parti seçmenin bir kısmı dahil.
-Siz tabii bu ‘siyasi operasyon’ jargonunu çok daha ileri taşıyarak 19 Mart’ı net biçimde 28 Şubat ve 27 Nisan’a benzettiniz. İçinden geldiğiniz mahalle açısından çok kritik bir çıkış. Tamam Adalet ve Kalkınma Partisi'nin tabanı yanlış buluyor Ekrem İmamoğlu'nun bu şekilde içeride tutulmasını, ama muhafazakâr camia bu operasyonu çok derin anlamları olan o iki dönemle neden eşitlediğinizi anlayabiliyor mudur?
Ben şunu söyledim; “28 Şubat bizim için neyse, 27 Nisan e-muhtırası neyse, 18 Mart ve 19 Mart'ta yapılanlar da bizim için odur.” Hatta ‘demokrasiye karşı yapılmış bir darbe teşebbüsü’ ifadesini bile kullandım. Çünkü demokratik sistem işleyecekken onu engelliyor, ona darbe vuruyor. Şimdi başka nasıl anlatabilirsiniz ki insanlara? Benim kurduğum bu bağı, bu şekilde AK Parti tabanının tamamını kurabilmiş midir bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki, AK Parti tabanı dediğimiz çok geniş ve heterojen bir taban.
-En kötü gününde yüzde 30 alan bir partiden bahsediyorsunuz.
Evet, ben kendi ailemde 28 Şubat'ı yaşamış, hatta ta halamın neslinde, tabii 1960'larda bile benzer süreçleri kendi ailemde de yaşamış bir insanım. Kendi kız kardeşlerimde yaşadım o zorlukları. O zorlukla ailece de yaşamış birisiyim. Dolayısıyla gücü ele geçirmenin başkasının haklarını kısıtlaması kısır döngüden Türkiye artık çıkmalı. Bunun çıkışı da böyle rövanşist hislerle olamaz. Yani “iktidar sopasını ben elime alayım, biraz da ben kullanayım.” Ben kaç konuşmamda kullanmıştım bunu, “O iktidar sopasını alacağız ve kıracağız. Bir daha kimse kullanmasın diye sopayı kıracağız demiştim. Özgür Bey daha yeni söylüyor bunları. Bu aralar
galiba metin yazarları epey bir ilham alıyorlar bizden. Ama sorun değil. Biz öyle ne bir tescil ettiriyoruz ne patent alıyoruz. Önemli değil, yeter ki kavramlar beğenilsin, sık kullanılsın, bizim açımızdan sorun değil. İnanın şu anda Türkiye’nin önünde çok önemli bir fırsat açılmış durumda. Tarihi bir fırsat var.
-Şu şartlarda Türkiye’nin tarihi fırsatı ne olabilir ki?
Şu anda demokrasi Avrupa'da da saldırı altında. Amerika'da da gerçekten demokrasinin ve kurumların ciddi saldırıya uğradığı bir dönemdeyiz. Şimdi böyle bir dönemde Türkiye'nin bambaşka bir ilham kaynağı olması mümkün. Nasıl 2008-2009 ekonomi krizinde bütün dünyanın parmakla gösterdiği bir ülke olduk. Nasıl Avrupa'nın manşetlerini süsledik biliyorsunuz. Dergi kapaklarıydık. Niye? Çünkü her yer krizdeyken biz sıyrıldık, çıktık. Ve sapasağlam bankacılık sistemimizle, sağlam finansman yapısıyla bütün dünyaya örnek olduk. Bunu o zaman nasıl yaptıysak, bugün yine yapabiliriz. Türkiye bütün dünyada yeniden demokrasiyle hukuk devleti örneği haline gelebilir.
Bakın bu Dünya Bankası'nın kitabı. Türkiye'nin ticaret, finans, altyapı, mali konular, refah, istihdam, şehirler, girişim alanlarındaki dönüşümünü anlatan bir kitap. Dünya Bankası'nın talebi üzerine hazırladık biz bunu, onlar istedi ve biz de 20'den fazla ülkeye gidip Türkiye örneğini anlattık. Zoellick’i hatırlarsınız. Dışişleri Bakan yardımcısıydı, sonra Dünya Bankası Başkanı oldu. Onun insiyatifiyle oldu. Fikri biz verdik tabii. Aklına yattı, bu kitabı hazırladık ve 20'den fazla ülkeye Türkiye'nin reformlarını örnek olarak anlattık. Krizler olur, şu anda da oluyor. Evet Türkiye demokrasisi saldırı altında, kurumlar yok ediliyor falan filan. Ama Türkiye’nin buradan hızla çıkıp bir başarı hikayesine dönülebildiğini yine gösterebiliriz dünyaya. Yine mümkün. O gün ekonomiyle yaptık, bugün demokrasiyle ve hukukla yapabiliriz. Bugün bunun için jeopolitik açısından çok önemli fırsat var. Şu anda güçlü bir hükûmet olsa, itibarlı bir hükûmet olsa belki de pek çok savaşı Türkiye önleyecek ya da durduracak.
Pazartesi
19.9 °
Salı
17 °
Çarşamba
18.2 °