Ahmet DURKAYA


ŞEHİRLERİMİZ

ŞEHİRLERİMİZ


İnsanımız psikolojik, ekonomik, eğitim ve sağlık gibi bir takım sebepler dolayısıyla yaşadıkları yerleri terkedip büyükşehirlere göç etmiş ya da sorunlarını göç ederek çözebileceğine inanmıştır. Bu, basit bir yer değişikliği değil aslında. Aynı zamanda topyekün bir kültür transferidir.

Büyükşehirlere göç edenler, genelde yaşadıkları bölgeyi eksik, yetersiz bulurlar. Televizyon, sinema ve sosyal medyadan etkilenerek iç dünyalarında oluşturdukları görkemli sanal dünya ile adımlarını kapılarından dışarı attıklarında karşılaştıkları gerçek dünya arasındaki fark, ruh alemlerinde dolduramadıkları bir boşluk oluşturur. Gerçek dünyaya intibakta güçlük çekerler.

Ekonomik sıkıntılar, eğitim ve sağlık alanındaki kısıtlar bu durumu daha sıkıntılı hale getirir. Gergin ve öfkeli olurlar. Büyükşehre göç etmenin bu sıkıntılarına çözüm getireceğini sanır ve tası tarağı toplayıp büyükşehirlerin yolunu tutarlar.
Hiçbir şeyin uzaktan görüldüğü gibi olmadığını anladıklarında iş işten geçmiş olur. Dönmek isterler ama dönemezler. Bir debelenme sürgit devam eder. Memleketlerinde teneffüs ettikleri kültürel atmosferi orda bulamazlar. Çünkü modern büyükşehirlerin ayrı bir kültürü vardır. Hep kendilerinden çalan bir kültürdür bu. Ödün vermek durumunda kalırlar hep. Çoluk çocuklarının daha hızlı etkilendiğini görür, bu sefer de farklı bir ikilem yaşamaya başlarlar. Tedirginlikleri artar, acımasız bir ortamda ne kadar savunmasız olduklarını farkederler.

Zira büyükşehirler, adaletin ve merhametin olmadığı, mahremiyetin gösterişe dönüştüğü, hırsın tevazuun önüne geçtiği, her şeyin parayla ölçüldüğü, parası olmayanın yaşama imkanı bulamadığı, selamın alınıp verilmediği, kimsesizlerin sokaklarda yaşamaya mahkûm edildiği, insanların üst üste kibrit kutusu betonarme apartmanlarda yaşamak zorunda kaldığı yerler haline gelmiş.

Bizler kadim bir medeniyetin müntesipleriyiz. Şehircilik geleneğimiz vardır aslında. Her şehrin bir karakterinin olduğunu biliriz kitaplardan. Ancak gerek şehircilik konusundaki yanlış politikalardan, gerek şehrin karakterine uygun olmayan yapılaşmaya göz yumulmasından, gerekse küçük menfaatlerin şehvetine kapılarak şehre ihanet etmekten kaynaklanan sebeplerden ötürü şehirlerimiz bir kaosun eşiğine sürüklenmiş durumda. Sebepler ne olursa olsun, sonuç trajik. Geliştirmekten ziyade tahrip etmekte mahir olduğumuzu hep birlikte görebiliyoruz.
Oysa şehir, kendi karakterini bozanlara, onu dayatır. Zemini uygun olmayan kentlerde yüksek yapılara müsaade edilmişse, bir deprem felaketinin ardından, hem de kanunla yapılaşmanın zemine uygun hale dönüştürülmesi kaçınılmaz olur. Şehre ve şehrin karakterine ihanetin ağırdır bedeli. 
Bu bedeli ödememek için şehir, şehrin karakteri ve bu karakterin oluşmasını sağlayan tüm unsurlar ile uyumlu master planlar hazırlamak ve hazırlanan bu planları en etkin şekilde uygulamaya koyabilecek bir çalışma içerisinde olmak gerekir. Kısa zamanlı, dar ve günü kurtarmaya yönelik vizyoner olmayan yaklaşımlar, şehirle birlikte, şehirlerde yaşayan insanların da kimyasını bozar.

Doğal akustiğini kaybetmiş şehirler, kültürel olarak üzerinde yaşayan insanlara sakin ve dingin bir hayat sunamazlar. Hep bir keşmekeşlik döngüsü sunar dururlar. Ez cümle, şehrin de sakinleri üzerinde hakkı vardır. Bunu gözetmek ve bir görev olarak tarih ve kültürümüze sahip çıkmamız gerek.
Yeni bir yazıda buluşmak ümidiyle Allah’a emanet olunuz…