Yıldıray Oğur


İzmir Limanı’ndaki hamallar greve gittiğinde..

İzmir Belediyesi’nde ise Tunceli doğumluların oranı yüzde 1,38, Mardin doğumluların 2,20. Kimsenin çalışmadığı belediyenin ağır işlerinde çalışırken, enflasyonun yüzde 40larda olduğu bir dönemde maaşlarına zam istemeleri yeniden ırkçılığı, sınıfsal elitizmi hortlattı.


İzmir her zaman önemli bir liman şehriydi.

Dünyadaki iyi ve kötü tüm değişimlerinden etkilenmeye ve yeni fikirlere de açıktı.

1930’da Serbest Fırka’nın en büyük rağbeti, 1929 Krizi’nden etkilenmiş İzmir’de görmesi tesadüf değildi.

Yüzyıllardır gelmesi kolay şehirlerden biri olarak kozmopolitti. Yerli-göçmen, çalışan/patron, zengin/fakir çelişkisi de bu yüzden hep canlıydı.

İzmir Limanı’nda çalışan hamallar 1620 yılında bile Venedikli tüccarlara karşı greve gitmişlerdi.

“… her zaman aldıkları ücretin üç katını talep etmekle kalmadılar, Venediklilerin daha ucuza çalışabilecek (ya da daha umutsuz) hamalları tutmalarını önlemek için birleştiler. Diğer bir deyişle işi durdurup grev kırıcılara karşı direndiler. Daha ayrıcalıklı konumdaki yeniçerileri taklit edip protestoya kalkışan hamallar, Venedik ticaretini felce uğratabileceklerini anlamışlardı… Yabancılar bu amele hareketini bastırmak için İstanbul’a zayıf bir protesto çekmekten başka bir şey yapamayacaklardı.”

(Daniel Goffman’ın “İzmir ve Levanten Dünya 1550–1650” kitabından aktaran; Engin Berber, “Domino etkisi yapan bir emekçi eylemi: İzmir Liman işçileri grevi (1913)”, 2010)

Esas modern anlamda ve adına Fransızca’dan alınarak “grev” denen büyük kitlesel eylemler ise 1908 Devrimi’nden sonra yaşandı.

Hürriyet’in İlanı’nın yarattığı özgürlük ortamında, rahatlayan sendikal hareketlerin örgütlemesi ve o sırada artan yüzde 40’lara dayanan enflasyonun da etkisiyle, ülkenin her yerinde tütün, vapur, tren işçileri ücretleri için grevlere gitmeye başladı.

30 Temmuz 1908 ile 20 Aralık 1908 arasında 119 grev yaşandı.

En şiddetlilerinden biri yine İzmir’deydi.

İzmir demiryollarında 26 Eylül’de başlayan grev sert geçti. Greve gidenlerle, grev kırıcılar arasındaki kavga bahanesiyle kolluk güçleri greve müdahale etti, çok sayıda işçi tutuklandı.

Tutuklu arkadaşlarının bırakılması için yeniden eyleme giden işçilerle kolluk arasında çıkan kavgada bir işçi öldürüldü.

Olaylar daha da büyüdü, “işçiler telgraf hatlarını kesti, grev kırıcıları fabrikalara kilitlediler, patronların depolarını yakmaya başladılar. İttihatçıların patronlarla işçiler arasında aracı olma çabaları, işçilerce sertçe reddedildi. İzmir’deki askeri kuvvetler, ayaklanmış işçileri kontrol altına almayı başaramıyordu. İzmir’de ancak 7 Ekim’de, İstanbul’dan gönderilen birliklerin şehri bilfiil işgal etmesiyle düzen yeniden hüküm sürmeye başlayacaktı.” (Hasan Doğan, Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Grev Hakkı ve Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu, Belleten, 2018)

İzmir’deki grevin askerle bastırılmasından bir gün sonra 8 Ekim’de ilk grev kanunu olan

“Ta’tîl-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kânûn-ı Muvakkat” adlı bir geçici kanun kabul edildi.

Kanunla “demiryolu, tramvay, liman ve umûr-ı tenvîriyye (aydınlatma)” işletmelerinde grevler izne bağlı hale getirildi, mevcut sendikalar kaldırıldı.

Ateşini söndürmek için çıkarılan bu geçici kanundan sonra 1909’da Meclis-i Mebusan’da Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu geçti. İşçiler ile işletmeler arasındaki sorunlar bir usule bağlandı, grev hakkı tanındı ama kamu yararına hizmet yapan kurum ve kuruluşlarda sendika kurulması yasaklandı.

O yıllarda kamu hizmetlerini veren şirketlerin pek çoğu yabancılara aitti, sendikaların ise çoğu Ermeni, Rum, Sırp sosyalistlerin kontrolündeydi.

Grevin bir hak olarak tanınmasıyla birlikte gidilen en büyük grevlerden biri yine 1913 yılında İzmir’de yaşandı.

İzmir Limanı’nda çalışan hamal, mavnacı ve sandalcılar ücretlerin artması için greve gitmişti.

Grev tam da üzüm ve incirin limana aktığı mevsimde oldu. İttihatçıların muhalifleriyle ilgili tetikte olduğu zamanlardı.

(Bundan sonraki alıntıları Engin Berber’in “Domino etkisi yapan bir emekçi eylemi: İzmir Liman işçileri grevi (1913)” adlı çalışmasından aktarıyorum. Bu greve, son İzmir greviyle ilgili yaptığı paylaşımlarla ilgimi çeken @xilouris efe oldu.)

O dönemin gazeteleri halka yeni bir kavram olan grevi anlatıyorlardı:

“Memleketimizde ilan-ı meşrutiyetle (meşrutiyetin ilanıyla) beraber işitilmeye ve tatbik edilmeye başlayan kelimelerden biri de grevdir. Grev malum olduğu üzere say ve amel (emek ve iş) sahiplerinin yani ‘amele’ namıyla yad edilen (anılan) işçilerin mensup oldukları müesseselere ve sermayedarana (sermaye sahiplerine) karşı bil-zaruri istimal ettikleri (gereklilikten kullandıkları) tatil-i eşgal (grev) manasına tercüme ettikleri bir silahtır…”

İzmir’de 1896’dan beri yayınlanan Ahenk gazetesi greve giden ameleleri haklı bulmuştu:

“İşte grevin sebebi: Açlık! Ve bu sebep karşısında eğilmek ve grevciler tarafında kalmak, vicdan ve izan (akıl) sahipleri için bir borçtur. Biz de böyle yapıyoruz. Hatta biraz ileri giderek grevcilere metanet (dayanıklılık) ve sebat (kararlılık) tavsiye ediyor, acenteleri de kendi menfaatleri icabı olarak bunlarla anlaşmaya davet ediyoruz. Matbaamıza gelen murahhas heyetin teminlerine (verdiği garantilere) göre, bu grev tamamıyla sakıt ve rakd (sessiz sedasız) olacaktır. Ne gürültü, ne patırtı! Esasen meselenin halka aidiyeti yok. Acentelere karşıdır. Grevciler şimdilik yevmiyelerinin tezyidini (artırılmasını), hiç olmazsa sekiz franga iblağını (çıkarılmasını) istiyorlar. Bu talep haklıdır. Binaenaleyh işe karışmak için kendilerinde bir hak ve vazife göreceklerin, bu talebin isafı sebeplerine (yerine getirilmesi gereğine) tevessül eylemeleri (inanmaları) lazım gelecektir. Ağlamayan çocuğa meme verilmediği eski bir hakikattir. Bilhassa en bariz hakları verilmediği, belki alındığı bu asırda mavnacılar ve vapur amelelerinin bu teşebbüslerini muvaffakiyet temennileriyle (başarı dilekleriyle) alkışlamak bizim için bir borçtur.”

Enflasyonun yüzde 40’lara kadar çıktığı zamanlardı.

Ve Ermeni ve Türklerden oluşan limandaki hamalların grevine karşı kimse işçilerin istedikleri parayı çok bulmamış, olayı Ermeniliğe de bağlamamıştı:

“..(vapur) acentelerine karşı grev ilan eden şehrimiz amelesi bu hareketleriyle ne kanuna, ne asayişe muhalif (aykırı) bir vaziyette bulunmamışlar, bilakis kanunen ve vicdanen, iktisaden meşru olan haklarını istimal eylemişlerdir (kullanmışlardır). Hatta temin olunduğuna (anlaşıldığına) göre zavallılar, bu hususta büyük bir sabır ve tahammül bile göstermişler. Şehrimizde her şeyin fiyatı günden güne süratle yükseldiği, hele hane icarları (kiraları) şimdiye kadar emsali görülmemiş derecede terfi ettiği, böylelikle fevkalade müzayaka (darlık) içinde kaldıkları, ücretleri artırılmadığı halde, bunlar yine acentelerine karşı en ufak bir harekette bile bulunmamışlardır. Fakat son zamanlarda artık gayet çaresiz kaldıkları için bu surette harekete ıztırar (mecburiyet) his eylemişlerdir ki, bunda yerden göğe kadar hakları da vardır… Amelenin sırtından binlerce milyarlarca para kazanan müesseseler, şirketler yalnız kendi entrikalarını, menfaatlerini değil biraz da amelenin haklarını gözetmeli, bu husustaki mecburiyetlerini her daim nazar-ı itibar (dikkate) ve insafa almalı, böylelikle işçilerle iş sahipleri arasında meşru bir muvazene (denge) hasıl etmelidirler. Bunun için biz liman amelesinin bu sefer ki tatil-i eşgallerinde haklı olduklarına hükmetmekte vicdani bir mecburiyet his ediyoruz.”

İşçiler amaçlarına ulaştılar ve istedikleri zammı aldılar.

Grev hakkının ömrü ise uzun olmadı.

1925’te Takrir-i Sükun Kanunu ile bütün diğer parti ve örgütler gibi işçi örgütlenmeleri kapatıldı.

1936’ya kadar 1909’da çıkarılan Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu geçerliydi yani grev hakkı kanunen vardı.

Ama 1936’da çıkarılan İş Kanunu ile grev, Türkiye’de yasaklandı.

Yasaklarda komünizm korkusu esastı. “Sınıf esasına dayalı cemiyet kurmak” 1946’da çıkarılan Cemiyetler Kanunu’na kadar yasak kaldı.

1908 Meşrutiyeti ile gelen grev hakkını Cumhuriyet ise ancak 40 yıl sonra 1963’de çıkarılan Sendikalar Kanunu’yla verdi.

24 Temmuz’da çıkarılan kanununun yıl dönümünü devlet uzun yıllar 1 Mayıs’ın yerine bayram olarak kutlatmaya çalıştı. 1976’ya kadar bu dayatmalar sürdü.

Bu sırada İzmir’in demografisi yine değişmişti.

Hamallık yapan, sendikacılık işlerine bakan Ermeniler, Rumlar gitmiş yerlerine Selanikliler, Giritliler gelmişti.

Sonra Manisalılar, Erzurumlular, Karslılar, Mardinliler geldiler.

Herkes birbirinden etkilendi.

1950’lerde Girit göçmenlerinden midye doldurmayı öğrenen Mardinliler, ilk defa gördükleri midyenin ustası oldular.

Dersimlilerin gelişi ise şehrin Tunceli olmasından sonra başladı.

Resmi kayıtlara göre 1938 Dersim Katliamı’nın ardından şehirden 12 bin kişi Batı illerinde doğru zorunlu iskana tabi tutulmuştu.

Onlardan biri Cemal Süreyya’ydı.

1938’de 6-7 yaşında olan Cemal Süreya ve ailesi Bilecik’e sürgün edilmişti.

Cemal Süreya eşi Zuhal Tekkanat’a yazdığı mektuplardan birinde bu sürgünü anlatmıştı:

Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler…Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü…Küçükken, altı yedi yaşımda doğduğum yerlerden, evimizden, bahçemizden koparılmıştım. Ardından aileme felaketler gelmişti. Annem ölmüş (hemen ölmüş), babam sonsuz yoksul düşmüştü... Bunlar yer etmiş bende. Bir yerde sanatçı duyarlılığını etkilemiş demek. Silinmezler.”

5 binin üzerinde Dersimli doğrudan Ege illerine yerleştirildi.

511 Dersimli ise İzmir ve ilçelerinde zorunlu iskana tabi tutuldu.

“Tuncelilerin” ve “Mardinlilerin” İzmir’e geliş hikayesi böyle başlıyor.

80’ler ve 90’larda terör olayları ve köy boşaltmalarla bu sayılar arttı.

Halen İzmir’de 150 bin Mardinli, 60 bin Dersimli var.

İzmir Belediyesi’nde ise Tunceli doğumluların oranı yüzde 1,38, Mardin doğumluların 2,20.

Kimsenin çalışmadığı belediyenin ağır işlerinde çalışırken, enflasyonun yüzde 40larda olduğu bir dönemde maaşlarına zam istemeleri yeniden ırkçılığı, sınıfsal elitizmi hortlattı.

Normal şartlar altındaki hamasi solculuk, bir liberal demokrat için bile vazgeçilmez bir hak olan grev hakkı ile test oldu, bazı aslan sosyal demokratların içinden ırkçı ve patroncu çakallıklar çıktı.

1913’deki greve devrin gazetelerinin gösterdiği sempati, 2025 yılındaki grevden esirgendi.

Toplumlar hep ileriye gitmiyor, İzmirlilerin çoğunun iman ettiği o ilerlemeci tarih görüşünün doğru olmadığını İzmir göstermiş oldu.

Uzun süredir ulusalcılarla dava arkadaşlığı yapan, Kemalizme ehveni şer diye bakmaktan Atatürkçüler haklıymış mertebesine hızla geçiş yapmış, demokrasi mücadelesi verirken az ötelerinde atılan ırkçı sloganları gençlerin heyecanına verip görmezden gelen bazı gerçek solcular için ibretlik bir olay yaşandı.

İbret alınırsa diğer benzer tarihler gibi tekerrür etmeyebilir.

https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/izmir-limanindaki-hamallar-greve-gittiginde-1604147