Siyasi saikle birbirlerine saygı sınırını aşan sözler söyleyenler,
Kendi cep ve çıkarımızı düşündüğümüzün yüzde biri kadar ülkemizi, devletimizi ve bayrağımızı düşünerek hareket edelim.
Vatan dediğimizde içimizde coşku ve duygu patlaması olmuyorsa, özümüzden çok uzaktayız demektir.
Her nefes aldığımızda ciğerlerimize çektiğimiz, ecdat kokan vatan toprağının kokusunu duyumsayarak, vatan duyarlılığımızı yitirmeden.
Gönlümüz minnet duygularıyla dolu,
Yüce Rab'bimden önce hesap vereceğimiz bir ecdadın var olduğunu düşünerek!..
Bugün siz sevgili okurlara, son günlerin çalkantıları ve birçok insanımızı kıran, inciten hatta sabır sınırlarını zorlayan söylem ve uygulamaların sahnelendiği bu toprakların nasıl "VATAN" yapıldığı ve bu uğurda nasıl fedakarene davranıldığını yaşanmış bir olayla "20 KURUŞUN HİKAYESİ" ile anlatmaya çalışacağım.
Hikâyeyi anlatmaya başlamadan önce, Osmanlı'da 25 kuruş var mıydı? Sorusu akla gelebilir. Onun için Osmanlı'da kullanılan para birimlerini kısaca hatırlatmaya çalışayım. Osmanlı'da sıkça kullanılan; 1, 5, 10, 20 para. 1/2, 1, 2, 5, 10, 20 kuruş. 1/4, 1/2, 1, 2 1/2, 5 lira.
Osmanlı'da kâğıt para 1, 2, 5, 10, 25, 50, 100, 500, 1000 lira.
Osmanlı'da sıkça kullanılan paralar 1, 5, 10, 20, 40, 50 kuruş. 1, 2 ,5 ,10, 25, 50, 100, 500, 1000 lira.
Para birimi kuruş olduktan sonra kuruşun 1/120 sine Akçe denirdi. Çünkü bir kuruş 40 para, bir para 3 akçeydi. 1 metelik bir kuruş, 1 sekizlik 2 kuruş, bir rubu 5 kuruş, bir Mecidiye 20 kuruştur.
Hesapların kolay ve anlaşılabilir olmasını sağlamak için 100 akçe karşılığı 1 TL olarak belirlenmiştir. Hesaplarda akçeler küsuratlı olarak gösterilir. Örneğin hesabında 1000,00 akçe olan bir şahsın 100 lirası var demektir, virgülden sonraki rakamlar küsurat kısmıdır.
Osmanlı döneminde kullanılan delikli 25 kuruş Cumhuriyet döneminde de kullanılmış olup 1989 yılında 25 ve 50 kuruşluk madeni paraların tedavülden kaldırılması ile günlük hayattan çıkmıştır.
Tedavüle çıkarılan ilk (cumhuriyet döneminde) ilk madeni paralar 100 para, 5 kuruş,10 kuruş olmak üzere üç paradan oluşuyordu. Bu seriye 1925 yılında 25 kuruş eklenmiştir. 100 kuruş ve 1 lira 1934 yılında tedavüle sürülmüştür. Bir kuruş ve 50 kuruş ise 1935 yılında tedavüle çıkarılmıştır.
Şimdi gelelim hikayemize.
Bu konuda yazılmış birkaç hikâyeden alıntı yaparak
Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı (TSKGV) genel müdürü Emekli Tümgeneral Sadık PİYADE, Çanakkale Savaşı sırasında Balıkesir'in Havran ilçesinde yaşanmış bir hikâyeyi, Stratejik Düşünce Enstitüsünde (SDE) anlatıyor ve Adana 5 Ocak Gazetesi yazarlarından Alper TANSEL Bey'in yazısı ve Enes GÜL beyefendinin Facebook paylaşımlarıyla birçok kimseye ulaşıyor. Ben de o günkü hassasiyetin bugün için lüzumlu olduğunu düşünerek, tekrar kaleme aldım affınıza sığınarak.
Özellikle I Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı sırasında ülkenin her yanında cepheye intikaller var. Bunlardan bir tanesi de 23. Alay...
I. Dünya Savaşı yılları...
Seferberliğin ilanı ile birlikte, 23 Alay'ın Burhaniye'de bulunan bir piyade taburu Burhaniye- Edremit- Çanakkale yoluyla cepheye sevk ediliyor. Birlikler intikale başlamadan önce geçecekleri yollara yakın köylere gönderdikleri çavuşlar vasıtasıyla, geçecekleri gün ve saat belirtilerek köylülerden askerler için yemek ve misafir olarak geceleyecekleri yerleri hazırlamaları isteniyordu. Bu kapsamda, o yıllarda henüz bir köy olan Havran'a gelen çavuşlar, muhtardan kendilerine kaç kişilik yemek ve yatak hazırlayacaklarını sorar Muhtar "bizim köylülerimiz vatanına, milletine bağlıdır. Kendi yiyeceğini dahi verir. Burası büyük bir köydür, sizin taburunuzun hepsini ağırlarız, yedirir, içiririz. Merak etmeyin." der. Tabur Havran yakınlarına geldiğinde Tabur komutanı "Havran çok küçük bir yer, bir kasaba. Biz milleti üzmeyelim, zahmet vermeyelim. Edremit çok daha büyük" diyerek Havran'a sadece bir bölük asker yollar.
Bir taburluk hazırlanan yemek, bir bölüğe göre çok çok fazla gelmiş, artmış, hatta ertesi güne bile kalmıştır. Bir taburluk asker için yatacak yer hazırlatan Havran muhtarı, bir bölük asker gelince gelen askerleri, sadece büyük evlere taksim eder. Küçük ve fakir evlere yük olmasın diye kimseyi göndermez.
Bundan sonrasını bölük komutanın (ağzından) notlarından okumak istiyorum.
Bölük kumandanı şöyle anlatıyor: “Ben her zaman, seferi durumlarda en geç yatar ve en erken kalkarım. Askerleri evlere dağıttıktan sonra, sokaklarda dolaşmaya başladım. Yavaş yavaş evlerin ışıkları sönüyordu. Asker yatmaya, uyumaya başlamıştı. Aydınlatma olmadığı için, sokaklar zifiri karanlıktı. En son birkaç evde ışık kalmıştı. Onlar da sönünce, ben de gidip yatacaktım. Sokakta, birden, iki büklüm, bastonuna dayanarak yürüyen, ihtiyar bir kadına rastladım. Neredeyse çarpışacaktık… Aklıma çeşit çeşit şeyler geldi. Kadına:
“Nene, sen bu saatte sokakta ne arıyorsun?” diye sordum.
“Evlatlarımı arıyorum… Oğullarımı arıyorum…”
“Kim senin evlâtların?”
“Dün bana muhtar, askerler gelecek, sana da misafir etmen için dokuz evlât vereceğim, dediydi… Onlara yataklar hazırladım… Yemekler hazırladım… Gelmediler… Onları arıyorum…”
Bir tabura göre hazırlık yapan muhtar, bir bölük asker gelince, ağırlık olmasın diye, bu ihtiyar nineye, misafir etmesi için asker yollamamış. O yıllarda, kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yoktu. Kimsesiz kadınlar, çok zor durumda kalıyorlar, çok zor geçiniyorlardı. Hiçbir gelirleri olmayan, bu yaşlı ve yoksul insanlar, bazen zeytinler silkelendikten sonra gidip yerlerde kalan zeytinleri toplayarak, biraz gelir elde etmeye çalışıyorlar, buna da “başakçılık” deniyordu. Bu nene de böyle birisi olduğu için, muhtar acımış, ona kimse göndermemişti. Ama nene büyük sevinç içinde dokuz kişilik yer hazırlamış, yiyecek hazırlamıştı. “Nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, ışıkları henüz sönmemiş bir eve gidip, daha yatmamış olan dokuz askeri neneyle birlikte yolladım… Kadıncağız nasıl sevindi bir görseniz… Ertesi gün sabah erkenden bölüğü yol üzerinde topladım, yoklamayı yaptıktan sonra, tam yürüyüş emri verecekken, iki büklüm, yaşlı bir kadın, bastonuna dayanarak elinde bir torba yanıma geldi. Galiba akşam karşılaştığım nene idi.
“Kumandan oğlum, bu torbada, evdeki bütün zeytinleri ne varsa koydum. Üstüne de biraz çökeleğim vardı onu koydum… Bunları benim asker oğullarıma yedir emi…”
Almasam, nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, çavuşlardan birine işaret edip, elindeki torbayı aldırdım. Nene bu sefer, sevinç içinde, avucunda sımsıkı tuttuğu bir mendili açtı. İçinden tek bir yirmi beş kuruş çıktı. Bana uzattı.
“Kumandan oğlum… biliyorum, çok az. Ama bütün param bu kadar… Bunu al, benim asker oğullarıma, hiç olmazsa bir çay içir, olur mu?..”
Şaşırdım…!!!
Biliyordum ki, nenenin başka parası yoktu… Bütün servetini getirmişti. Yirmi beş kuruşu aldım. Kaldırarak bölüğe gösterdim…
“Bölük… Bakın neneniz, size bütün servetini bağışladı… Bunu ona helâl ettirin…!” “Yürüyüş emrini verdim…
Nene arkamızdan el sallıyordu… Bölüğüm… O yirmi beş kuruşu helâl ettirdi… Yarısından çok fazlası Çanakkale’de, Gazze’de şehit oldu… Bu millet böyle bir millettir… Dün öyleydi… Kim ne derse desin, bugün de öyle…
O gün tüm serveti olan 20 kuruşu, vatanın kurtuluşu için askerine bağışlayan nene, bugün vatandaştan tahsil edilen vergilerin ve ülke servetinin büyük bir kısmının yandaşa gittiğinin hesabının mutlaka sorulduğu gün, RUHEN HUZURA ERECEKTİR.
NOT: 20 kuruş olarak anlatılmak istenen hikaye bazı alıntılarda, alıntı yapılan kişilerin eserlerinde değişiklik yapılmaması adına 25 kuruş olarak betimlenmiştir.