Ahmet Taşgetiren

Tarih: 23.10.2025 10:34

Yargıyı enfekte eden üç olay

Facebook Twitter Linked-in

Gezi olaylarında iktidar cenahında farklılaşan iki yaklaşım vardı. Erdoğan Başbakan’dı ve olayı iktidarı devirmeye yönelik bir eylem olarak değerlendirmiş, ona göre tepki vermişti. Kuzey Afrika gezisindeydi. Diğer yanda Bülent Arınç – Abdullah Gül çizgisi vardı, Arınç Başbakan’a vekalet ediyordu, Gül Cumhurbaşkanı idi, onlar müzakere yoluyla işin çözümlenmesinden yanaydı. 2013 Mayıs – Haziran ayı…

Gezi ağaç sökülmesine ve yerine Topçu Kışlası – AVM yapılmasına tepki ile başladı, sonra başka provokasyonlarla şiddet olayları meydana geldi.

Sonrasında Gezi davaları girdi Türkiye gündemine. Osman Kavala vs. Gezi Yargıda kendine özgü bir çizgi geliştirdi. 2025 yılında bile sinema alanından bir menajer, Gezi ile irtibat – iltisak kurularak Yargı önüne çıkarıldı, tutuklandı.

Acaba Gezi olayında Arınç – Gül bakışı gelişmiş olsaydı, Gezi olayı Yargı’da böyle bir çizgi oluşturur muydu?

….

Yargıda derin çizgi oluşturan bir başka gelişme 6-7 ekim 2014 ya da Kobani olaylarıdır. Kobani olayına eşlik eden bir cümle, “Seni başkan yaptırmayacağız” cümlesi de, Demirtaş - Yüksekdağ isimlerinde odaklaşan sorunlu bir Yargı çizgisini Türkiye siyasetine sokmuştur.

…..

Bir diğer gelişme, Gülen hareketi ile ilgilidir. Başlangıçta bizzat Erdoğan ifadesiyle İbadet – Ticaret – İhanet katmanları diye bakılan ve “İhanet”in dışındakilere nispeten müsamaha gösterileceği sanılan -çünkü o hareketle iktidarın birçok operasyonda derin iltisakı söz konusu idi- 15 Temmuz’la birlikte (2016) adeta “kök kazıma” niteliğine bürünen, “at izinin it izine karışması ya da kurunun yanında yaşın yanması” gibi bir yargı damarı oluşmuştur.

…..

2013… 2014…. 2016… Türkiye, 2025’te bile Yargıda bu süreçleri toparlayabilmiş değil.

Gezi gölgesi sürüyor, Kobani gölgesi sürüyor ve 15 Temmuz gölgesi sürüyor… Yargı alanında…

Bunların travmatik olaylar olduğu doğru. Gerçekten kabul edilmesi mümkün olmayan sonuçlar da ortaya çıktı.

Ama bu olayların Yargıya yansıyan boyutu böyle mi olmalıydı, sorusu halen de Türkiye için hayati sorulardandır.

Demirtaş – Yüksekdağ davası, uluslararası boyutta Türkiye’yi zorluyor. Şu soru hep sorulacak gibi görünüyor: “Demirtaş ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ demeseydi, bugün Öcalan’dan beklenen misyon onun üzerinden hayata geçmez miydi?”

Osman Kavala ve Gezi mahkumları davası, “Adalet”ten daha ziyade “Siyasi hesaplaşma” boyutuyla güncelliğini sürdürüyor.

Ve 15 Temmuz’dan 9 yıl sonra bile sürdürülen operasyonlarda yüzbinleri bulan insan kütlesini, terör örgütü ile iltisaklı hale getirmenin Türkiye’ye sağladığı kazanç nedir?

Her üç travmanın içinden çıkan dâvâlar sürüyor. İlk derece mahkemelerinde, İsti’nafta, Yargıtay’da, Anayasa Mahkemesinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde… on binlerce siyasi dâvâ…

En son, Anayasa Mahkemesi, Gezi dâvâsından 18 yıla hüküm giyen Tayfun Kahraman’la ilgili bir “Hak ihlâli” kararı verdi ve o kararın gerekçesi yayınlandı.

Resmi gazetede yayınlanan karar geniş, ama şöyle özetlenebilir:

-Gezi sırasında meydana gelen şiddet olayları ile Tayfun kahraman’ın ne tür ilişkisi olduğu, hangi sözünün – mesajının şiddete yol açtığı delillendirilemiyor, ilk derece mahkemesinde de yok bu, Yargıtay’da da… Tayfun Kahraman yeniden yargılansın.

Adam yıllardır tutuklu. Aynı olaydan dolayı yeni insanlar tutuklanıyor.

Kavala dosyasına bakın. Gezi’den başlatıp, casusluktan ilerlemişsiniz. Şimdi, geziden 12 yıl sonra, Ayşe Barım’ı, sinema dünyasında tekel oluşturma iddiasıyla almış, sonra Gezi’den tutuklamışsınız. Sonra serbest bırakıp, 24 saat geçmeden yeniden tutuklamışsınız.

Bu, dünyanın merakla izlediği bizdeki Yargı düzeni oluyor.

Cumhuriyet tarihi, böyle olağanüstü dönemlerin sergilediği tartışmalı Yargı uygulamalarına tanıktır. İstiklâl Mahkemeleri’nden Yassıada Mahkemelerine, 12 Mart – 12 Eylül, 28 Şubat mahkemelerine…

Ve son 23 yıllık dönemde yaşananlara… Ergenekon vs… Bizzat “kumpas” diye tanımladığınız…

“Adalet”i öncelemiş oysa bu siyasi iktidar…

Ama en büyük sancı yine adalet alanında… Her gün adalet – siyaset ilişkisini konuşuyoruz.

19 Mart’tan bu yana “İktidar Yargıyı siyaseti dizayn için kullanıyor” algısı ya da olgusu gündemin en önemli başlığı.

Peki Yargı nasıl bir tavır sergiliyor iktidarın bu “siyaset”i karşısında?

Dillerde “Adalet eninde sonunda gerçekleşir” gibi bir iyi niyet dolaşır Yargı için. AYM’ye, AİHM’e kadar uzuuunca bir yolculuk gerekiyor bunun için… Bazen orada bile ulaşılamıyor adalete. Çünkü oralarda alınan kararlara da “uyulmayabiliyor.” O zaman da “Mahşer”e bırakılıyor adalet…

Peki bu, iktidarın sahiplerine yarıyor mu? İktidarda kalmaya yarıyor olabilir, ama tarihin düştüğü not itibariyle pek güzel bir noktada bulunulmuyor. “Adalet” diye yola çıkıp “Adaletsizlik”le itham edilmek istenir bir şey midir?

En son Yargıtay Başkanı Ömer Kerkez, “yargı kurumları dahil herkesi AYM’nin hak ihlâli kararlarına uyma”ya davet etti. Çünkü ona göre “Hak ihlâli kararlarına uymamak da hak ihlâli idi.” Muhakkak ki Başkan Kerkez, AYM kararlarına uymama işinin bizzat Yargıtay içinden de gerçekleştiğinin farkında idi.

Bu arada dramatik bir iş gerçekleşti. “Menguzi davası” diye bilinen olayda, çocuk yaşta katledilen Ahmet Menguzi’nin annesi, verilen kararı adaletsiz bularak “Ben artık sadece ilahi adalete güveniyorum” cümlesini kurdu. “Adaleti mahşere bırakma” dedik ya işte o… Oysa adalet yeryüzünde mülkün temeli idi… Ahirette başka bir şey…

https://www.karar.com/yazarlar/ahmet-tasgetiren/yargiyi-enfekte-eden-uc-olay-1605623

 


 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —
G-DT9JLG88B3